Çekip gitmeye dair duyduğumuz umutsuz arzu, bulunduğumuz yerlerde tek başımıza kalışımızın mı meyvesidir? Yalnızlık tohumları güz mevsiminde ekilir, ilkyaz gelip de hastalıklı bir güzelliğe sahip olan hava ile karşılaştığımızda geçmiş günleri anmak için uzaklara gidiyor oluruz.
Böylece kendimize rehber edindiğimiz şey baharın tomurcukları değil, sonbaharda toprağa verdiklerimizdir. Toprakla kucaklaşan altın rengi yapraklar, turuncunun en pastel ve yumuşak tonuyla çizilmiş gün batımı, vaktiyle orada yanımızda olanların anısını yaşatmak için akşamüstü gittiğimiz deniz kenarı… Hepsi geçmiş günlere selam durur aslında. Böylece günler geceleri, geceler hatıraları kovalar ve biz büyürüz.
Romantikliğimizle birleştirdiğimiz ince melankolimiz bizi ya hayata hazırlar ya da eksiltili cümlelerimizin soyut ölümlerine. Yazdıkça çirkinleşir yazımız ve biz insanlar çirkinleşiriz büyüdükçe. Yitirilmiş bir masumiyetten artakalanları toplamak için çabalarız uzun uzun. İnsan böyledir işte, vazgeçmeyi bir türlü kabullenemez.
Buna rağmen çekip gitmeyiz de. Kendimizi beraberimizde götürelim ya da götürmeyelim, her şeyin ölmekte olduğu bir mevsimde girişilen veda hazırlıkları ilkbaharda gerçekçiliğini yitirir. Kendimizi tabiatın kollarına bırakmakla tabiatımızdan gelen inatçılığın çatışmasını benliğimizin derinliklerinde hisseder, kalplerimize bir kat daha duvar öreriz.
Bir kat daha duvar öreriz hissizliğimize, incinmemeyi umarak. Hissetmekten, yaşamaktan korkarak…
Biz hep duvar örmekle meşgulüzdür.
Yazan: Damla Demir