Deniz, gün öğleden sonraya yol alırken güneşle buluşmanın keyfini çıkarmaya devam ediyordu. Bütün vapurlara, motorlara, sandallara daha bir sevgi dolu hissediyordu kendini. Dalga dalga sevinç yüklüydü. Tüm konuklarını en güzel şekilde ağırlamak için kucaklıyordu kıyıları.
Birkaç saat önce gelen sandaldaki sessizlik bozulmaya başladı. Kürekleri tutan adamın canı, tatil gününü evde pijamalarıyla televizyon karşısında geçirmek istese de en iyi çözümü denizde olmakta bulmuştu. Yanındakilerin bir yere kaçamayacaklarını düşünüyordu. Kadınlardan biri sızlandı.
– Gezme diye getirdiğin yere bak! Kaç saattir buradayız.
Hiç âdeti olmasa da diğeri onu destekledi.
– Evet ya, dönelim. Çocuklar merak eder.
Sütliman denizle aynı sakinliği paylaşıp saatlerdir ağzını sadece sigara ve simide açan adam hedefi ufukmuş gibi var gücüyle asıldı küreklere. Adamın üzerindeki elektrik yükünün küreklerden kendisine ulaşmasıyla silkelenen deniz, bir de onun “Dönemeyiz!” diye mırıldandığını duyunca yakamozların ışığından korkan lüfer tedirginliği yaşadı. Geldiklerinde tepede olan güneş, denizle oynaşmaktan yorulmuş, yavaş yavaş ortağıyla vedalaşmaktaydı. Deniz, güzel bir gün geçirdiğini unutmuş, onu uğurlamak yerine tüm dikkatini sandaldakilere yöneltmişti.
Kadınlar çift kişilik koro misali aynı ağızdan sordular.
– Neden dönmüyoruz?
– Bugün, burada aranızdakileri halletmeden eve dönmeyeceğiz.
Karşısında oturan iki kadın, Celil’in ağzından çıkana yükledikleri anlamları birbirlerinin gözlerine taşıyarak bakıştılar.
Bu insanların konuklukları uzun olacaktı besbelli. Merak içinde izlemeye başladı deniz. Her ne kadar soğuk geçen kış günlerinden kurtulup güneşi görse de yine tekdüze geçen bir gündü onun için. Yorgun saatlere yol alırken bir hareket, bir canlılık fena olmazdı. Celil, çocuklarını gözünün önüne getirdi. Evin’i, Elif’i, Celal’i. Onlar doğsun diye annesi köyden Esma’yı kuma diye getirince başlayan kargaşayı… Huzursuz bakışlardan huylanan deniz, mavisiyle yeşilini birleştirip sandalı kenarı beyaz oyalı minik dalgalarla çevirdi. Nuran’ın gözleri bir müddet onlara dalsa da Esma’ya yönelen bakışları nefrete dönüştü.
– Hep bunun yüzünden, dağdan geldi bağdakini…
Tümcesini tamamlayamadan atladı Esma.
– Esas sen bize rahat vermiyorsun be! Bütün gün neler çektiğimizi bir bilsen Celil.
Adam, akşamları eve gelince kadınların gündüz birbirlerini hırpalamasından oluşan morluk ve çiziklerin üstünden geçerek onları nasıl sabitlediğini karşısındakilere anımsattı.
– Aslında sizi artık dayak değil, şu denizin dibi paklar.
Kendisinin tehdit aracı yapılmasına sinirlendi deniz. Sabahtan beri koruduğu durgunluğunu bozmak istemeyip “Hiç böylesine rastlamamıştım,” diyerek adamı yosun kaplı defterine not almakla yetindi.
Nuran, madem eteklerdeki taşlar dökülecek, artık susmayacağım düşüncesiyle elini beline koydu.
– Bütün bunlar ananın yüzünden. Daha çok çekeceği var. Öyle felç olmakla kurtulamaz günahlarından. Çok ahımı aldı çok.
Celil, Nuran’ın geçmişini bir güzel anarak bağırdı.
– Anamın adını ağzına alma kadın! Zaten elini değdirmiyorsun zavallıya.
Şöyle bir silkelendi deniz. Yüreği hop etti. Celil, küreklerden birini onun içinden öyle ani çekmişti ki. Kürek Nuran’ın kafasını tutturamasa da omzuna kuvvetlice indi.
– Bütün iş bende zaten. Ananı doyur, altını temizle, yıka. Çocuklar, yemek, çamaşır, bulaşık. Nuran’ın bütün gün elinde kumanda o dizi benim, bu dizi senin.
– Yapacaksın tabii, zırt pırt doğurma sen de kızım.
Bir eliyle göğsünü aşağıya doğru sıvazlayan Nuran’ın “Oh canıma değsin!” mesajını alan Esma, sesine olanca nazı yükledi.
– Bundan sonra ağır iş yapamam zaten. Şimdi söylüyorum işte, ben yine gebeyim.
Celil’in donuk yüzüne gelen şaşkınlık ifadesi birkaç saniyede gülümsemeye terk etti yerini. Sevinçle bir sigara yakmak istedi. Pakettekiler, sandalın içine birer ikişer düşüverdi titreyen ellerinin arasından.
– Niye daha önce söylemedin gülüm bana bunu? Ne zaman doğacak? Annem duyunca ne çok sevinecek. Hemen dönelim eve.
– Gebe falan değil! Yalancı bu!
Duyduklarına inanamıyordu deniz. Canlılık olsun derken bu kadarını da beklemiyordu. Bir de hamilelik çıkmıştı ortaya. Doğru mu yalan mı olduğu belli olmayan. Oysa bebeklere bayılırdı. İlk kez onunla tanışan bebeklerin tadına doyamazdı. Onlarla çocuklaşır, onlarla neşe dolardı içi. Bazı bebekler yaygarayı bastıklarında ise üzülüp “Dokuz ay su içinde duruyorsun da şimdi mi korkuyorsun ey insanoğlu!”diyeceği gelirdi.
Sandalı sahil yönüne çeviren Celil, aldığı yeni çocuk haberiyle batan güneşin ılığına sırtını vermenin hazzını birleştirmiş hevesle kürekleri daha hızlı çekerken aniden ellerini ayırdı onlardan.
– Yeter ya! Adamın sevincini kursağında bırakıyorsunuz. Anlaşın diyorum ama halinize bakılırsa sizden bir şey olmaz. Kızım, sen emin misin gebe olduğuna?
– O nasıl soru ya? Valla fena oluyorum.
Celil, başını arkaya atıp gözlerini kapatan Esma’nın yanına gitti yavaşça. İteledi Nuran’ı. Başörtüsünü çözdü Esma’nın. Yeleğinin ve kollarının düğmelerini açtı. Deniz, hemen bir avuçluk su uzattı adamın eline. Onunla yüzünü, bileklerini sıvazladı kadının.
– Tamam, Esma’m tamam. Geçti, geçti.
Nuran midesinden boğazına kadar çıkan bir acıyla nefes nefese kaldı.
– On tane de doğursan nikâh bende. Kötü bir kadın olsam, doldururum Celil’i, attırırım seni evden.
Kendine gelen Esma’nın koyulaşan yeşil gözleri, denizi bile korkuttu. Bayılanlara birebirim anlaşılan diye düşünürken burun delikleri bir açılıp bir kapanıp titreyen işaret parmağını Nuran’ın gözüne sokarcasına sallayan Esma’ya hayretle baktı.
– Hıı, çok yaparsın. Adamın senin yanına uğradığı mı var?
Doğru söylüyor diye geçirdi içinden kadın. Ne zaman Esma âdetli, ne zaman lohusa; o zaman, özlem duyduğu erkekle buluşurdu bedeni. Hayatı, Esma’dan artan günleri beklemekle geçmiyor muydu? Düşüncelerinden, devam eden konuşmayla sıyrıldı.
– Dağdan geldin falan diyorsun da; meraklısı değildim. Celil’in anası görücülüğe gelmeseydi sevdiğime varacaktım, olmadı işte.
Nuran’ın yüzü aydınlandı birden. Eline geçen fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek için haykırdı.
– Kim kız o? Duy bak Celil, kimi getirmiş sana anan. Aşığı varmış bir de.
Göç alan büyük şehirler. Şehirlerin denizleri. Neler neler yaşanır. Nelere tanık olurdu ama içinde bulunduğu durum iyice canını sıkmaya başladı denizin. Namus kavramı ortaya çıkınca işlerin değişeceğini hissetti. Şunları biraz sallarsam kayığın havası değişir diye düşünüp yolladı orta boy dalgalarını. Üçü de konuştuklarına o kadar dalmışlardı ki haberleri bile olmadı kendilerine gelsinler diye yollananlardan.
Celil’in yüzü tekrar donuklaştı. Bir hışımla çarptı kürekleri denizin suratına. Uzun bir duman yolladı havaya, ortası sararmış gür bıyıklarının arasından. Ardından bir uzun daha… Kızarmaya başlayan suratındaki çipil gözlerini açtı.
– Doğru mu bu? Yavuklun var mıydı? Söyle!
– Yok valla, bakışıyorduk sadece.
– Yalan Celil’im. Evleneceklermiş, duymadın mı?
– Sus Nuran! Söyle Esma, ne halt ettin o adamla? Nerelerini ellettin? Daha neler yaptın? Kim o söyle?
– Ben bir şey yapmadım ya!
– Yalan Celil’im yalan. Bak sana söylüyorum, kim bilir ne katakulli yapıp kız diye yutturdu kendini sana?
Esma ayağa fırladı aniden. Sandala ilk bindiğindeki ürkekliğini unutup bağıra çağıra konuşmaya başladı.
– Siz ne diyorsunuz ya? Onunla aramızda hiçbir şey olmadı. Karnımdaki bebe üzerine yemin ederim.
“Ben demiştim,” dedi deniz. “Namus meselesi karıştı işin içine bir kez,”. Varlığını hissettirmenin yolunu bulmalıydı. Sandalın çevresini balıklarla çevirmek geldi aklına. O zaman ilgileri dağılır, biraz sakinleşirdi belki adamla kadınlar. Düşündüğünü yaptı; balıklara seslenmesiyle gelmeleri bir oldu.
Birden ortaya çıkan balıklar kadınların ilgisini çekmese de Celil’i bir an için eski günlerine götürdü. Bir ara heveslenip ne balıklar tutmuştu. Özellikle de akşam suyunu severdi. Eve elleri kolları dolu gelmenin keyfi bir başka olurdu. Şimdi karşısına geçmiş hoplayıp zıplayan balıklar, o günlerin intikamını alıyor gibi geldi ona.
– Karnındaki bebeymiş! Ne malum senden olduğu Celil’im?
Yılların intikamı işte böyle alınır ifadesinin yüzünü kaplamasına aldırış etmeden söyledi Nuran bunları, bir yandan Esma’yı iteleyip kakalayarak.
– Ya sen nasıl bir insansın abla? Açtırma ağzımı şimdi benim.
– Aç da görelim.
Esma, yüzüne yerleşen şirret bir ifadeyle kafasını salladı.
– Balıkçıyı anlatayım mı?
– Ne diyorsun sen kız? Ne balıkçısı?
Nuran, balıkçı sözcüğünü duyar duymaz konuşmanın nereye varacağını hissedip durumdan nasıl sıyrılacağını hesaplamaya kalksa da Esma’nın duracağı yoktu.
– O ne bakışmalar öyle! Poşetleri alırken ellerinizi birbirine değdirmeler falan. Sayende içimiz dışımız balık oldu. Neredeyse yüzgeçlerimiz çıkacak yakında.
Kadın, bir an balıkçıyla her karşılaştığında hissettiği yürek çarpıntısını anımsasa da hemen kendini toparladı. “Bana bak bana, ben şimdi…” diye kendisine aldırmadan konuşmasına devam eden Esma’nın üstüne hamle yapmak üzere ayağa kalktı.
– Arada espriler, kıkırdamalar gırla. Mart kedisinden betersin be!
Kediden bahsedildiğini duyan balıklar irkildiler. Deniz de hoşlanmadı söylenenlerden. “Her şeye laf etsinler ama balıklarıma laf ettirmem. Denizden babam çıksa yerim derler bir de. Sonra da böyle alay konusu yaparlar. Zaten trolcüler canına okuyor balıklarımın. Bak tepem atmaya başladı,”diye sitemkâr dalgalarla sinirlendiğini belli etti.
Nuran, tabii, hanımın tuzu kuru, diye geçirdi içinden. “Ben kadın değil miyim be! Yalnız gecelerimin hesabını kim verecek?” Daha fazla kendini tutamayıp kıpkırmızı olan yüzünde büyüyüp tükürük saçmaya başlayan ağzından okkalı bir küfür savurarak Esma’nın saçlarına hücum etti. Bu kez gelen kürek, hedefi şaşırmayıp ikisinin de kafalarına teker teker indi. Acıyla kıvrandılar.
Balıkların bir işe yaramadığını gören deniz, onlara “Gidin artık!” dedi. Hepsi sırtlarını dönüp uzaklaşırken içlerinden Sait Faik Abasıyanık’ın Sinağrit Baba’sına benzeyeni, “Benden söylemesi, bunların sonu iyi görünmüyor,” diye mırıldandı. Martılara bel bağlayan deniz, bu kez onları çağırdı. Martılar, Nuran’ın yanı başında duran simide göz dikti. Bu saatten sonra dinlenme vakitlerinden boşu boşuna özveride bulunamazlardı ya. Nuran, içindeki özgürlük çığlıklarını bastırmaya uğraşırken martıların çığlıklarını duyamadı bile. Ne o duydu, ne de diğerleri. En ufak tepki alamayan deniz kızgınlıkla söylendi. “Onca insan gördüm. Kimi bunlar gibi çok yakın; kimi transatlantiktekiler kadar uzak. Bazısı âşıktı, bazısı geçim sıkıntısı çekiyordu. En sevdiklerini kaybedenler paylaştı benimle acılarını. Sır oldum onların ağızlarından çıkanlara. Bu kadınlar gibisini görmedim. İkisi de birbirinden beter. Zavallı adam!”.
Denizi onaylarcasına bağırdı Celil.
– Köyde de, burada da arkamdan güldürdünüz beni insanlara ha!
İki kadın birbirlerinin koluna girdiklerini Celil’in cebinden çıkan bıçağı görünce fark ettiler. Söylediklerini yalanlamayı düşünseler de vazgeçtiler. Bıçağı sandalın ortasına koydu adam. Pakette son kalanı da yakıp derin bir nefes çekti. Hiç konuşmadan dudaklarını bir sigara içimine teslim etti.
“Yabancı değil bu sessizlik. Fırtınadan öncekine benziyor, iyi bilirim,” dedi deniz.
Adamın inip çıkan göğsü ile titreyen kadınlar arasındaki gizli uyum süredururken güneş, kalan son ışınlarının peşine düştü. Sandal ve kürekler, biraz sonra başlayacağını tahmin ettiği ağır bir makamın parçaları olacak gibi geldi ona. Artık locayı ay ve yıldızlara terk etme zamanıydı. Nasıl olsa denizden alırdı haberleri.
Celil, o koşullarda kendisinden beklenmeyen sakin bir tarzla ikisini de artık istemediğini söyledi kadınlara. Nuran köye dönecek, Esma bebeği aldıracaktı. Ayrıca çocukların kendisinden olup olmadığına da baktıracaktı. Kadınlar, duydukları karşısında birbirlerine sarılarak yüksek sesle ağlamaya başladılar. Kocalarını çok iyi tanıyorlardı. Dediğini yapardı.
Başının ağrısı iyice artan deniz, bir an önce onların kıyıya ulaşması için kayığı ittirmeye, dalgalarını rahatça yarması için küreklere yardım etmeye başladı. “Büyük başın büyük derdi oluyor. Bugünü huzur içinde bitirmek için şimdi bir göl olmaya bile razıyım,” diye de bir yandan mızmızlandı.
Bir müddet sonra Celil durdu. Sigara aradı ceplerinde. Bulamadı, küfür ederek başını ellerinin arasına aldı. Saçlarını yolarcasına çekmeye başladı. Ağlıyordu. Deniz, adamın ellerine bakıp bir kez daha acıdı. Köyünü terk etmek zorunda bırakılan o eller, ekmek parası uğruna şehirlerde yükselen gökdelen inşaatlarına esir edilmiş nasırlı ellerdi. Belki de karaların kendilerine yetmediğini bahane edenlerin, getirim uğruna denizi doldurup üzerine yaptıkları binalarda kullanılmışlardı.
Kadınlar, birbirlerine gözlerini dikmiş, bütün bunlar senin yüzünden mesajını sessizce yolluyorlardı. Adamı bu halde hiç görmemişlerdi.
Daha öncede benzerleri yaşanan sessiz dakikalar ardı ardına eklendi. Herkesin iç hesaplaşma yaşadığı yüzünden okunuyordu. Günün bitmesiyle çöken akşam hüznü, sandaldaki hüznün yanında sönük kaladursun bıçağa uzanan bir el, kendinden geçercesine üst üste bileklerine kesikler atmaya başladı. Damarlardan fışkıran kanın rengiyle irkildiler. Sandaldakilerden biri atıldı “Ne yapıyorsun, kendine gel!” diyerek ama durduramadı.
Onu durduramadığı gibi “Allah kahretsin! Yeter! Dayanamayacağım artık bitsin bu çile. Hepiniz rahat edin bensiz. Hakkım haram olsun; hayatımı mahvettiniz!” diye bağıran diğeri için de elinden bir şey gelmedi. Hepsi bir anda başladı ve bitti. Bu kez denizin yüzüne tokat gibi çarpan, kürek değil, bir insan bedeniydi.
Her şeyi bekliyordu ama böyle bir şey beklemiyordu deniz. Kendini toparlayamadı başına gelenin şaşkınlığından. Oysa saatlerdir tanık olduğu tartışmalara, avaz avaz bağırmalara, birbirine yapılan hamlelere, kafalara inen küreklere alışmıştı. Sandaldakinin donukluğunu paylaştı bir müddet. Suyunda debelenen için, “İmdat!” diye bağırması niye, neden çırpınıyor ah ettiği hayata dönmeye düşünceleri hızla geçti zihninden.
Eli ayağı kesildi, kalakaldı öylece. Şu batıp çıkana mı yansın, yoksa yanında can çekişene mi düşüncesiyle acıyarak baktı sandaldaki kadına. Duyduğu canhıraş feryatlar, saatlerdir yakındığı seslerden utandırdı onu. İkisi de çaresizdi. Kayıktaki kadın avaz avaz isyan ederken, deniz kabullenmek zorunda kaldı kendisine sığınanı. Ölümlüye bağrını açtı. Sardı sarmaladı; uykuya yatırmaya hazırladı onu.
Dipte…