Sabah koşuşturması çoktan başlamıştı. Kalabalık her geçen dakika artıyordu. Eminönü durağından hareket eden tramvay Galata Köprüsü’ne girdi, gürültüyle Karaköy’e doğru yol aldı.
Galata Köprüsü’nün altında esnaf yeni güne hazırlanıyordu. Restoranlar, kafeler boştu. Tek başına oturan İbrahim Başkomiser Boğaz’dan geçen gemilerden birinin ardına takılıp gitmişti. Önündeki çayın soğuduğunun farkında değildi. Dingin maviliğin aksine içinde fırtınalar kopuyordu. İşittiği sesle irkildi.
“Amirim Karadeniz’de gemileriniz mi battı?”
Başkomiser başını kaldırdı, Yardımcısı Tuncay’a baktı. Suskundu. Sessizliği iyiye yormayan Tuncay suçlu gibi durumu kurtarmaya çalıştı.
“Densizlik yaptım kusura bakmayın.”
Yanındaki sandalyeyi çekti, “Evlat gel şöyle otur,” dedi Başkomiser. Sesinde kızgınlığın zerresi yoktu. Ama kelimeler sıkıntının yükünü taşımakta zorlanıyordu.
“Canınız sıkkın gibi…”
“Bir şey yok.”
“Telefon açtınız, buraya gelmemi söylediniz. Üstelik canınız sıkkın. Sigara masada…”
“Beni boş ver. Sigaraya gelince… çıkarıp masaya koyduğumun farkında değilim. Eski dostumu kokluyorum ara sıra. Bunları bırakalım. Çay söylüyorum.”
İbrahim Başkomiser’in elini kaldırmasıyla garson hemen iki çay getirip masaya bıraktı.
Taze çaydan ilk yudumu alan Tuncay amirinin yüzüne baktı. Daha önce farklı hâllerini görmüştü. Tarif edemediği bu bakışlar bir başkaydı. Sormaktan kendini alamadı: “Bir sıkıntınız mı var?”
“Nerden çıkarıyorsun?”
“Yüzünüzü ekşittiniz de… Yoksa çayı mı beğenmediniz?”
“Çay çok güzel. Ama şu ruhsuz gemiye ne demeli?” dedi eliyle gemiyi gösterirken.
Tuncay Eminönü İskelesi’ne baktı.
“Gemi çok kalabalık.”
“Onu söylemiyorum. Hiç İstanbul’a yakışıyor mu şu gemi! Önünden arkasından kesmişler gibi. Hele üstündeki kaptan köşkü… Başka dünyadan getirip de camekânı öylesine oturtmuşlar sanki. Camla balkon çeviren birine mi yaptırdılar yoksa! Bu şehri seven kalmadı mı be!”
Karaköy İskelesi’nden kalkan gemiyi gösterdi sağ eliyle.
“Bak şuna! Eski ama bir ruhu var. Bu şehirle bütünleşmiş. Kaptan köşkü bile bir başka.”
Tuncay sesini çıkarmadan dinliyordu. “Galiba birileri kızdırmış” diye aklından geçiyordu.
Parayı masaya bırakan İbrahim Başkomiser kalktı. Ardı sıra Tuncay. Köprünün üstüne çıktılar. Balıkçılar oltayı sallamış nafakalarını bekliyorlardı. Köprünün ortasına geldiklerinde İbrahim Başkomiser, “Ne biçim köprü bu! Sallanmıyor bile,” dedi öfkeyle.
Tuncay “Köprü niye sallansın?” dediğinde karşılığı aldı.
“Sen dünün çocuğusun, bilmezsin tabii.”
“Neyi bilmem gerekiyor?”
“Vaktinde az ötede (Boğaz tarafını başıyla işaret etti.) eski köprü vardı. Dubalar üstündeydi. Sallanır dururdu. Gençliğimizde gelir otururduk. Çay içerdik. Fazladan üç beş kuruş varsa bira söylerdik. Temizlik hak getire. Eski mi eskiydi köprü. Ama her şeye rağmen ruhu vardı.”
Tuncay sesini çıkarmadan yürüyordu. Kabul etmese de amirinin canı sıkkındı. Derdini bilmiyordu. Boş konuşmak yerine sustu.
Karaköy’e geçtiklerinde Başkomiser yolunu Yüksek Kaldırım’a çevirdi. İstiklal’e çıkacaklarını anlayan Tuncay’ın gözünde yokuş büyüdü.
“Amirim yokuşu yürüyüp terlemektense Tünel’i kullansak?..”
“Boş ver Tünel’i. Genç adamsın. Hem böylelikle sabah sporumuzu yaparız.”
Tuncay çaresiz yokuşa ilk adımı attı.
Konuşmadan yürüdüler. Tünel’in çıkışına ulaştıklarında Tuncay gözünü İstiklal’i bir uçtan diğer uca geçen tramvaya dikti. Binmeyi teklif bile edemeden İbrahim Başkomiser yola koyulmuştu.
Konuşmadan yollarına devam ettiler. Galatasaray Lisesi’ni geride bıraktıktılar. Ağır adımlarla yürüyorlardı. Soldaki binalardan birinin altında yıllarca hizmet veren İnci Pastanesi’nin yerinde yeller estiğini söylerken İbrahim Başkomiser’in sesinde tarifsiz bir gariplik vardı. Onun İnci Pastanesi’nin tamamen kapandığını düşündüğünü zanneden Tuncay atıldı.
“Amirim neden kızıyorsunuz? İnci Pastanesi az ileride Mis Sokak’ta hizmete devam ediyor. Arada bir gider otururum. Profiterollerinin tadına doyum olmaz. İsterseniz geçerken uğrayalım.”
“Evlat! Benim profiterolüne lafım yok. Lezzeti taşıdılar. Ya anılarımız ne olacak?”
Karşılık beklemeden yoluna devam etti. Tuncay sessizce yürüdü ardı sıra. Taksim Meydanı’na vardıklarında Başkomiser durdu. “Bu Meydan da Gezi Parkı da önemli mekânlar” dedi. Baktı Tuncay sessiz. Kafasının içindekileri tahmin etmekte zorlanmadı: “Aklından neler geçtiğini biliyorum. Elbette onlar da önemli. Ama ben başka şeyleri kastettim.”
Tuncay’ın konuşmasına fırsat vermedi: “Hadi gel bir yerlerde çay içelim.”
Elmadağ’a yöneldiler. Gezi Parkı’na bakan küçük büfenin önüne atılmış üç masa da boştu. Oturdular. Garson çayları bıraktı. Masadaki sessizlik ikinci bardaklar geldiğinde bozuldu.
“Amirim bugün siz de bir gariplik var. Sakıncası yoksa nedenini benimle paylaşsanız… Elimden gelen ne varsa yaparım.”
İbrahim Başkomiser karşılık vermedi. Cebinden sigarasını çıkardı. Kokladı. Kokladı. Masanın üstüne bıraktı. Tuncay umudu kesmişti ki ağzından sözcükler tüm ağırlığıyla çıktı.
“Onunla hayatımızı birleştirdiğimiz gün.”
Tuncay ne diyeceğini bilemiyordu. Uzadıkça uzayan sessizliği yabancı bir ses bozdu.
“Beğenmediyseniz çayınızı değiştireyim. İsterseniz başka bir şey ikram edelim.”
Başkomiser İbrahim bardağı aldı. Soğumuştu. Sıcak gelen çayın yavaş yavaş soğumasını severdi; ama soğuk çayı asla.
“Sizin kusurunuz yok. Dalıp gitmişim. Çay soğumuş. Tazelerseniz memnun olurum.”
Gelen sıcak çaydan ilk yudumu aldı, Tuncay’ın gözlerine baktı.
“Evlat! Bunca yolu boşuna tepmedik. Eşimle çocukluk arkadaşıydık. Mahalleden. Zamanla bakmışım sevgili olmuşuz. Mahallede kimseye çaktırmamak için çok uğraştık. Galata Köprüsü’nün altına giderdik fırsat buldukça. Cebimizde para varsa Yüksek Kaldırım’dan İstiklal’e çıkar İnci Pastanesi’nde profiterol yerdik. Para kalırsa sinemaya giderdik. Film önemli değil, bir arada olalım yeter. Taksim Meydanı’nda Anıt’ın önünde onu az beklemedim.”
Tuncay’ın gözünde yerli filmler canlandı. Onları seyrederken bilmeden amirinin gündelik hayatından da parçalar izlediğini düşünüyordu.
“Evlat! Şimdi anladın mı kaybolan sadece mekanlar değil derken neleri anlatmaya çalıştığımı? Anılarımız hızla içinde yok olup gideceği boşluğa savruluyor.”
“Sık sık bu şehri sevmek gerek derken ne demek istediğinizi şimdi daha iyi anlıyorum.”
“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular / Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir / Azıcık okşasam sanki çocuktular / Bıraksam korkudan gözleri sislenir / Ne kadınlar sevdim zaten yoktular / Böyle bir sevmek görülmemiştir.”
“Amirim sizin şiir okuyacağınız aklımın ucundan geçmezdi.”
Tuncay’ı duymamıştı sanki. Sözcükler orta yere dökülüverdi.
“Attilâ İlhan’ın dizeleri. Buralardan geçerken kendisini az görmedim. Başında şapka. Çantası hep yanında. Ağır ağır yürürdü her vakit. Sanki düşleri, anıları, duyguları ürkütüp kaçırmaktan korkuyordu. Kim bilir içinde kaç dünya taşıyordu. Onu ne zaman görsem bu şiir kalbimden dilime akardı. Ne de olsa eşimin sevdiği şiirin sahibi.”
Kalktılar. Sessizce Elmadağ’a yürürken Taksim’i geride bıraktılar. Tuncay nereye gittiklerini bilmeden amirinin peşine takılmıştı. Harbiye’de ışıkları geçtiler. Birkaç bina ilerideki iskele neredeyse iki hafta önce kurulmuştu. Üç işçi dış cephede tamirat yaparken ikisi de malzeme çıkarıyordu. Aşağıdakilere zarar vermemek için iki metre genişliğinde korunaklı geçit yapılmıştı. Yukarıdan düşen parçalar saca çarptıkça aşağıdakiler tedirgin oluyor, kiminin yüreği ağzına geliyordu.
İbrahim Başkomiser durdu, yukarıda çalışanlara baktı. “Güvenlik tedbirlerini almışlar” dedi. İskelenin altına adımını attı. Tuncay hemen arkasındaydı. Birkaç metre yürümüşlerdi ki Başkomiser durdu. Az ileride altmışına merdiven dayamış adamın biri oturmuş dileniyordu. Dizleri göğsüne değdi değecekti. Elleri diz kapaklarının üstündeydi. Önü açık eski terlik birkaç numara küçük gibiydi. Parmakları terlikten taşmıştı. Sakalı bir haftalık vardı. Dalgalı siyah saçlarının arasındaki beyazlar fark edilmeyecek gibi değildi. Suskundu. Ne Allah rızası için yardım dileniyordu ne de gelip geçene bakıyordu. Bakışları sanki yolun karşısındaki binaları delip geçiyordu. Belki de kimsenin göremediği görünmezleri görüyordu. Önündeki plastik kahve bardağının dibinde duran üç lira ve elli kuruştan habersiz gibiydi.
İbrahim Başkomiser elini pantolonunun sol cebine attı. Çıkardığı paraların içinden bir onluk aldı. Eğildi, parayı bardağa bırakırken uzun uzun adama baktı. Adam sanki ne onun ne de bırakılan paranın farkındaydı. Suskundu. Başka bir dilenci onluğu gördüğünde fazladan dua ederdi.
Başkomiser doğruldu. Adamın önünden ağır adımlarla geçti. Dilencinin bakışları sanki bedenini delip geçmişti. Tuncay da eğildi, cebindeki bozukları bardağa bıraktı. Dilenci yine sessizdi. Bakışları kimsenin göremediği diyarlardaydı.
Birkaç bina ötedeki pastaneye geldiklerinde kapı önüne atılmış masalardan birine oturdu İbrahim Başkomiser. Sandalyeyi çökmesini söyledi Tuncay’a. Garsonun getirdiği çaydan ilk yudumu aldı. Başıyla dilenciyi işaret ederken, “Evlat! Şu adamı izlemeye al,” dedi.
“Amirim bunlardan o kadar çok var ki. Neden sıradan bir dilenciyi takibe almamı istiyorsunuz?”
“Fark etmedin mi adamdaki garipliği?”
“Neyi kastettiğinizi anlayamadım.”
“En az bir haftadır orada ve …”
“Hasılat iyiyse niye başka yere gitsin?”
“Haklı olabilirsin. Belki etrafta vicdan sahipleri çoktur. Ya da vicdanlarını rahatsız edecek kadar kötülüğe bulaşmış o kadar çok insan geçmektedir ki bu kaldırımdan…”
“Böyle düşünmemiştim.”
İbrahim Başkomiser elini cebine attı. Çıkardığı beş lirayı uzattı.
“Al bu parayı git dilenciye ver. Bakalım döndüğünde neler anlatacaksın?
Tuncay sesini çıkarmadan kalktı. Hızlı adımlarla yürüdü. Dilencinin önünden geçip gitti. Birkaç dakika sonra döndü. Dilencinin önüne geldiğinde eğildi. Parayı plastik bardağa bırakmadı. Adama uzattı. Dilenci parayı hemen almadı. Sanki onu fark etmemişti. Tuncay parayı yüzüne yaklaştırdığında elini uzattı. Beş lirayı el yordamıyla bardağa koyarken gözü yine karşıdaki binaları delmiş kimsenin görmediklerini izliyordu.
Çok geçmeden Tuncay pastanenin önündeki masaya oturdu.
“Amirim adam gerçekten garip biri. Sanki para ilgisini çekmemişti. Ancak birileri ellilik yüzlük veriyorsa benim beşliğe yüz vermemesini anlarım.”
“Başka?..”
“Ne beklediğinizi bilemiyorum.”
İbrahim Başkomiser yakmadığı sigarayı aldı. Kokladı… kokladı…
“Evlat! Adam ben dilenci değilim diye bağırıyor. Ense tıraşı birkaç gün önce yapılmış gibi. Üzerindekiler gereğinden fazla temiz. Ve yıpranmamış. Pantolon desen yeni. Ama sağı solu yırtık. Gömleği de. Bu kadar kusuruz yırtık ancak makasla yapılır. Boynunda kir izi yok, birkaç saat önce yıkanmış sanki. Ama ayaklarında, kollarında, ellerinde kusursuz bir siyahlık var. Kir olmadığından şüphem yok. Parayı bırakırken diz kapaklarına koyduğu ellerine baktım, tırnakları tertemiz. Ayak tırnakları da. Açık uçlu terliğe rağmen tırnaklarında en küçük zedelenme yok. Bunlar sence de garip değil mi?”
Sağ elinin parmakları saçları arasında dolaşan Tuncay “Siz anlatırken kendimden utandım amirim” dediğinde İbrahim Başkomiser gülümsedi.
“Şimdi ne utanma ne de hayranlığını anlatma zamanı. Vakit kaybetmeden şu işe el atalım.”
Masadaki suskunluğu Komiser Yardımcısı bozdu.
“Amirim karşıdaki binaları gören kameraların kayıtlarına bakarsak nereyi izlediğine dair ipuçları yakalayabiliriz.”
“Bu ne kadar doğru bir öneri emin değilim.”
“Neden amirim?”
“Bence karşıdaki binaları izlemek yerine çakma dilenciyi izlemeye alalım.”
“Karşıdaki kameraların kayıtlarını mı incelemeyi öneriyorsunuz?”
“Tam da öyle değil.”
“Anlayamadım amirim.”
“Ekibi topla. Çakma dilenciyi ve çevreyi yirmi dört saat izleyin. Bakalım bizi bekleyen sürprizle ne zaman karşılaşacağız.”
“Amirim hâlâ kafamdaki sorular karşılığını bulmadı. Neden karşı binalar yerine dilenciyi izliyoruz? Eğer soygun planı varsa ya da birini indirmeyi düşünüyorsa…”
İbrahim Başkomiser sert bir bakış fırlatırken Tuncay’ın sözünü kesti.
“Ne demek indirmek! Sokak ağzıyla konuşmak sana yakışıyor mu? Sözlerini duyan biri ne düşünür? Seni tanımasam kabadayı ağzıyla konuşan biri kanunların çizdiği sınırları nasıl korur diye sorardım. Üstelik bu şehrin tarihi omuzlarımıza büyük yük bindiriyor. İmparatorluklara başkentlik yapan İstanbul’a yaraşır bir dil kullanmalıyız.”
“Haklısınız. Özür dilerim.”
“Özür dileme. Gereğini yap.”
“Emredersiniz.”
“Bu işler emirle olmaz. Neyse şimdi bunları bir kenara bırakalım. Bu dilenci meselesi karışık. Görünen o ki, adam profesyonel değil. Bana kişisel bir dava peşinde gibi geliyor.”
“Nerden bu kanıya vardınız?”
“Karşıdaki binaları bırak yakın çevrede bile para işleriyle uğraşan yer yok. Demek ki derdi soygun değil. Kumarda para kaptırdı desem yakınlarda gizli kapaklı kumar oynatan yerin varlığına dair de küçük bir bilgi bile yok. Başka şeylerin peşinde olmalı. Belki şahsi alacak verecek davası…”
“Şurada otururken bu kanıya varmadınız herhalde…”
“Ne yaparsın yalnızlık işte!”
“Yalnızlıkla ne alakası var amirim?”
“Eve kapanıp yalnızlığın çığlıklarını dinlemek yerine vaktimi dışarıda geçirdim. Karşıda binaları tek tek dolaştım. Tabelalara, zillere baktım. Kaç kapı çaldım hatırlamıyorum. Sohbet arsızı kapıcılar, han görevlileri sağ olsunlar boşboğaz istihbaratçı gibiler. O kadar çok şey anlattılar ki, dinlemekten yorulmadım desem yalan olur.”
“Anlaşılan havanda su dövmüşsünüz.”
“Bunu da nerden çıkardın? En azından neleri dikkate almamam gerektiğine dair bolca ipucu verdiler. Bedelsiz çalışan istihbaratçı daha ne yapsın!”
“Amirim ne yapmamı emredersiniz?”
“Vakit kaybetmeden ekibi toparla. Karşıdaki binaya yerleşin.”
“Hangi binayı kastediyorsunuz?”
İbrahim Başkomiser karşıdaki ayakta zor duran boş binayı gösterdi başıyla.
“Bina yıkıldı yıkılacak. Kapısı gece gündüz açık. Sokak insanlarından başka kullanan olduğunu zannetmiyorum. Yine de dikkatli olun. Kamera kayıtlarını alın. Gözle takibi de bırakmayın. Bakalım iş nereye varacak!”
Tuncay izin isteyip kalktı. Hazırlıklar tamamlandığında hareke geçtiler. Aynı gece, ayakta durmakta zorlanan karanlık binaya tek tek sokak insanı kılıklı dört adam girdi; Tuncay ve üç görevli. Kararlaştırdıkları gibi gece yarısından önce yarımşar saat arayla içeri girmişlerdi. Üçüncüsü sırt çantalıydı. Merdiven lambalarından sadece ikisi yanıyordu. El feneriyle en üst kata önce Tuncay çıktı. Kapının ayakta durmaya mecali yoktu. Hemen evi davetsiz misafire telim etti. Ardı sıra diğerleri gelecekti.
Tuncay arkadaşlarını beklerken pencereden baktı. Dilenci ortalarda görünmüyordu. Anlaşılan ekibin mesaisi başlamadan onunki bitmişti.
Takibin üçüncü gününü geride bıraktıklarında sabah erkenden Tuncay her sabah uğradığı pastanenin önündeydi. Masaya oturdu. Çayın yanına peynirli iki poğaça söyledi. Daha ilk lokmayı almıştı ki İbrahim Başkomiser dilencinin başında bitti. Yine eğilmiş plastik bardağa para bırakıyordu. Adam yine her zamanki gibi kendisinden başka kimsenin görmediği yerin derinliklerine dalmıştı.
Tuncay, amiri dilencinin başından ayrılırken iki çay söyledi. İbrahim Başkomiser masaya otururken garson çayı getirdi. Bardakları bırakıp uzaklaştı.
“Amirim size de poğaça söyleyeyim mi?”
“Teşekkür ederim. Sık sık uğradığım börekçide kahvaltımı yaptım.”
“Afiyet olsun.”
“Nasıl geçti gece?”
“Ben de gelmenizi dört gözle bekliyordum.”
“Umarım dişe dokunur bir şeyler yakalamışsınızdır.”
“Diğer günlerin aksine çakma dilenci gecenin geç vaktine kadar yerinden kalkmadı. Saat yirmi iki sularında birden hareketlendi. Takibe başladık. Adam konuşlandığımız binaya doğru yürüdü. Yolu geçti. Bizim binanın önüne geldi. Balkon çıkıntısı altında olduğundan ne yaptığını göremiyorduk. Dışarıdaki elemanı arayıp gözünü ayırmadan adamı takip etmesini söyledim.”
“Sonuç?..”
“Telefonu kapamadan gelişmeleri anında aktarıyordu bizim arkadaş. Dilenci gözünü hemen yanımızdaki binanın girişine dikmiş. Binanın önünde duran camları koyu siyah lüks minibüsün arkasında iki adam sağa sola bakarak bekliyormuş. Tahmin edeceğiniz gibi siyah takım elbiseli tipler.”
“Önemli birini ya da birilerini bekliyorlardı herhalde.”
“Birilerini mi bekliyorlardı bilmiyorum. Ama görevlerini gözlerini kırpmadan yapacakları kesin. Çok geçmeden kapıya yöneldiklerini bildirdi bizim eleman. Saçları, makyajları özenle yapılmış, gece elbisesi giymiş beş kadın kapıya gelmiş.”
“Desene birilerine sunulmaya götürülüyorlar. Kadınlar kapıda göründüğünde dilenci de hareketlendi değil mi?”
“Tam da dediğiniz gibi. Dilenci yerinden kalkıp minibüse yönelmiş. Kadınlardan biri onu gördüğünde önce duraksamış. Hemen yanında biten siyah takım elbiseli adam kolundan tutup koştururcasına minibüse sokmuş kadını.”
“Sonrasını tahmin etmek zor değil. Sabah erken saatlerde kadınlar aynı araçla geri getirilip binaya sokuluyorlar. Dilenci de tası tarağı toplayıp gidiyor. Fakat uzağa değil, her sabah dilendiği yere.”
“Başkomiserim siz zaten her şeyi biliyorsunuz.”
“Hayat sürekli kendini tekrarlayıp durmuyor mu? Bıksak da aynı sahneleri yaşamaktan kurtulamıyoruz.”
“Amirim dilenciyi paketleyelim mi?”
“Biraz bekleyelim.”
“Beklerken faciaya yol açmayalım…”
“Bekleme uzun sürmeyecek. Belki bu akşam bile işi bitiririz. Senin ekip göreve devam etsin.”
“Emredersiniz. Müsaade ederseniz uygun zamanda arkadaşların yanına gideyim.”
“Ne acelen var?”
“Akşama kadar biraz dinleneyim demiştim.”
“Sen bana lazımsın evlat.”
Başkomiser İbrahim cebinden bir kartvizit çıkardı. Arkasına kısa bir not yazdı. Tuncay’a uzattı.
“Bu kartta yazan adrese git. Uzak değil. Küçük bir otel. Temizdir. Ödeme işini ben hallederim. Sen akşam altıya kadar izinlisin. Sonra buraya gel. Akşam çayımızı birlikte içeriz.”
Tuncay kartı aldı. Uyku akan gözlerle bakı. Doğruca otelin yolunu tuttu.
Deliksiz bir uyku çeken Tuncay akşamüstü pastanenin yolunu tuttu. Tahmin ettiği gibi İbrahim Başkomiser sabah oturdukları masadaydı. Her an başlamak için bahane aradığı sigarayı çıkarmış kokluyordu. Selamlaştılar. Garson hemen iki çay getirip bıraktı.
“Evlat bu akşam harekete geçeceğiz.”
“Anlaşılan yokluğumda yeni gelişmeler olmuş. Bir emriniz var mı?”
İbrahim Başkomiser bardağın yanında duran sigarayı aldı, dudaklarının arasına sıkıştırdı. Tuncay hızla cebinden çıkardığı çakmakla sigarayı yakmaya kalktı. Yine tüm çabası boşa çıkmıştı.
“Evlat sigarayı bıraktım dedim ya. Bana inanmıyorsun galiba.”
“Ne münasebet amirim!”
“İddiayı unutmadım. Bir daha sigaraya başlamayacağım. İddiayı kaybetmesem de şu iş bitsin seni yemeğe götüreceğim.”
“Öyle şey olmaz, iddiayı kazanmadım ki yemeği siz ısmarlayasınız.”
“O zaman emir veriyorum. Şu işi bitirir bitirmez birlikte yemeğe gidiyoruz. Ve hesap benden.”
Gülüştüler. İbrahim Başkomiser konuşurken dilenciyi takip ediyordu bir yandan da.
Hava kararmıştı. Güneş yerini sokak lambalarının aydınlığına bırakmıştı. Dilenci her zamanki yerindeydi; İbrahim Başkomiser ile Tuncay da.
Siyah lüks minibüsün yaklaştığını gören Tuncay “Amirim araç yaklaşıyor. Harekete geçelim mi?” dedi.
“Sen izlemeye devam et.”
Minibüsün yanında bekleyen siyah takım elbiseli adamlardan biri cep telefonuyla kısa bir konuşma yaptı. Hareketlendiler. Binanın kapısına yöneldiklerinde dilenci de yerinden kalktı. Önündeki para dolu plastik bardağı gözü görmüyordu. Saçı uzun, sırt çantalı zayıf bir adam hemen önünü kesti. Koluna girdi. Dilenci neye uğradığını anlayamamıştı. “Sen de kimsin” bile diyememişti. Göz açıp kapayıncaya kadar kendini yaklaşan koyu renkli otomobilin içinde buldu. Uzun saçlı genç polis de yanına oturdu. Dilencinin şaşkınlığı atmasına izin vermeden üzerini aradı. Belindeki silahı mendiliyle tutup poşete koydu.
Başkomiser İbrahim ve Tuncay da bir taksiye atlayıp koyu renkli otomobilin arkasına takıldılar.
Dilenci, sorulmadan derdini anlattı. Turizm firmasındakileri suçluyordu. Ama daha fazlasını bilmiyordu.
İbrahim Başkomiser “Evlat hareketli bir gün bizi bekliyor, sabaha herkes hazır olsun. Diğer birimlerdeki arkadaşlar operasyonu yürütecek. Biz yanlarında olacağız. Gerekirse destek vereceğiz,” dedi. Koltuğa oturur oturmaz gözleri kapandı. Tuncay onun uyumadığının farkındaydı.
Sabah gün doğarken gelen cinayet ihbarıyla tüm planlar altüst oldu. Adres dilencinin kapısına gittiği binaya aitti. İbrahim Başkomiser aklına gelen tabloyla karşılaşmaktan korkuyordu, yardımcısı Tuncay da.
Vakit kaybetmeden harekete geçtiler. Ortalığı velveleye vermeden sivil kıyafetli ekip binaya girdi. Yanlarında İbrahim Başkomiser ve Tuncay. İkinci kattaki turizm şirketinin tabelası önünde durdular. Zili çaldılar. Bekletmeden kapı açıldı. Şirketin Genel Müdürü ile görüşmek istediklerini söylediklerinde bankodaki kadın, “Ben size yardımcı olmak için buradayım” dediğinde gösterilen kimlikle telaşlandı. Dahili telefondan Genel Müdürü aradı. Telefonu kapadı.
“Sizi şöyle alayım.”
Kadın sağ taraftaki ikinci kapının önünde durdu. Üstünü düzeltti. Kapıyı çaldı. İçeri girmedi. Göbekli siyah takım elbiseli adam beyaz gömleğinin yakasını düzeltirken içeri girmelerini söyledi. Kendini tanıttı. Gelenlere koltukları işaret etti. Kapalı kapılar ardında konuştular. Büyük ortak Genel Müdür Ekrem soruların karşılığını verirken insanı rahatsız edecek kadar rahattı.
Yarım saat geçmişti ki kapı açıldı. Genel Müdür “Buyurun çalışanlarım tüm sorularınızı içtenlikle cevaplayacak. Aramak istediğiniz yerlerin anahtarı sekreterimde var. Arzu ederseniz size eşlik edebilirim,” dedi.
Ekip içeride arama yaparken İbrahim Başkomiser sekreterin karşısına oturdu. Kadının rahatlığı çok geçmeden yerini tedirginliğe bıraktı. Başkomiser kalkıp kendisine doğru ilk adımı attığında telaşlandı.
“Size nasıl yardım edebilirim?”
“Şu dolap muhteşem. Özel yapım galiba.”
“Ekrem Bey zevk sahibidir. Burada gördüğünüz her şeyi özel yaptırdı.”
“Gerçekten zevk sahibiymiş sizin patron. Fakat şu dolabın yeri başka.”
“Mobilyaları montaja gelen ustalar konuşurken kulaklarımla duydum. Değme mimarların Ekrem Bey’in eline su dökemeyeceğini söylüyorlardı.”
“Hadi canım!”
“Kulaklarımla duymasam ben de inanmazdım.”
İbrahim Başkomiser sohbet ederken bir yandan da gözleri köşe bucak dolaşıyordu. Dolapların kapaklarını tek tek açıp kaparken “Muhteşem! Muhteşem!” diyordu sürekli. Bir ara durdu, sekretere döndü, gözlerinin içine baktı.
“Ekrem Bey muhteşem biri desene.”
“İlk defa böyle bir patronla çalışıyorum.”
“Umarım estetik duygusu kadar çalışanlarına yaklaşımı da gelişmiştir.”
“Bu piyasada Ekrem Bey gibisini bulamazsınız.”
“Maaşlarınız iyi anlaşılan.”
“Maaşımızı duyan bu şirkete imreniyor. Üstelik çalışma koşullarımız Avrupa standartlarında. Belki daha da iyi. Günde yedi saat, haftada beş gün çalışıyoruz. İşbaşı onda. Çıkış akşam beşte.”
“Bu koşullarla rakiplerinizle yarışıyor ya, aşk olsun. (Durdu, kafasını kaşıdı.) Maaşlarınızı düzenli alabiliyor musunuz?”
“Elbette… Maaşlar tek gün bile aksamıyor.”
“Helal olsun Ekrem Bey’e. Bu koşullarda bile iyi kazanıyor anlaşılan. Desene diğer şirketlerin yöneticileri fasa fiso. Ya da çalışanları iliklerine kadar sömürüyorlar. Ekrem Bey’in kıymetini bilin.”
Ekip işi bitirdiğinde teşekkür edip çıktılar. Genel Müdür kapıya kadar uğurladı. Eşikte duran İbrahim Başkomiser döndü, sekretere gülümseyerek, “Ekrem Bey gibi biriyle çalıştığınız için çok şanslısınız,”dedi.
Ekiptekiler ayrıldılar. İbrahim Başkomiser sol eli ceketinin cebinde tek kelime etmeden pastaneye yürüyordu. Tuncay da sessizliğe eşlik ediyordu. Masaya oturdular. Garson çayı getirdi.
“Evlat iş başa düştü.”
“Anlamadım amirim.”
“Herkes madara olduğumuzu düşünüyor.”
“Haksız da sayılmazlar.”
“Çayımızı içelim hele.”
İkinci bardaklar geldiğinde birer ayçöreği istedi İbrahim Başkomiser.
“Dilenci sahteydi. Ama bulduğu iz gerçekti. Bu tip adamlar kumpas peşinde koşmazlar. Dertleri sahicidir. Sözleri de. Az sonra gerçekleri öğreneceğiz.”
“Benim bilmediğim bir istihbarat mı var?”
“Turizm firması sana da biraz garip gelmedi mi?”
“Garip olan neydi amirim?”
“Sekreterin solundaki küçük odada oturan adam mesela. Ülke turizmine katkı sağlayacak birinden çok korumaya benziyordu. Genel Müdür odasından çıktığında yerinden fırladı ve uzaktan patronunu takip etti.”
“Bu gibi tiplere her yerde rastlamak mümkün. Ortalıkta dolaşan o kadar çok kabadayı özentisi var ki.”
“Broşürlere, afişlere bakıldığında yurtdışına yönelik faaliyet gösteriyorlar. Şöyle Akdeniz’de kafamı dinleyecek bir yerler önermesini istediğimde sekreter ülke içine yönelik tur paketleri bulunmadığını söyledi. İşin ilginci yabancı dil bilmiyor. Gelen telefona söyleyebildiği tek şey, ‘I don’t speak English’di. Etrafta da telefona bakabilecek birini bulamadı. Sekreterin sohbeti iyiydi. Üstelik işinden çok memnun. Nasıl olmasın? Koca turizm firması haftada beş gün açık. Sabah ondan akşam beşe kadar çalışıyorlar. Maaşlar desen tıkır tıkır ödeniyor. Ücret dolgun. Avrupa standartlarını yakalamışlar.”
“Amirim beni de işe alırlar mı acaba? İngilizcem de fena sayılmaz.”
“Dalga geçmeyi bırak. Söylemeyi unuttum; şirkette güvenlik kamerasından eser yok.”
“Amirim bu kadar lafı boşuna etmezsiniz. Nereye bağlayacağınızı merakla bekliyorum.”
“Şimdi elimizdekileri toparlayalım. Bu şirketin turizmle falan ilgisi yok. Kamuflaj için sembolik işler yapıyorlar sanırım. Yabancı dil bilmeyen personelle bu işler olmaz. Güvenlik kamerası yok. Gerekli gereksiz her yere kamera konulurken bu şirkette tek kamera bile bulunmaması manidar. Üstelik personelin çalışma süresi garip.”
“Amirim Avrupa standartlarında çalışmaları fena mı?”
“Beni hâlâ tanımadın mı? İnsanca yaşamak, çalışmak herkesin hakkı. Fakat kim takıyor bunu? Ekrem denen adam farklı mı zannediyorsun? Bence derdi başka. Asıl yaptıkları işe gündüz personelini karıştırmak istemiyor olmalılar. Çalışma sürelerini kısa tutarak akşam gidiş sabah geliş esnasında kadınların personelle karşılaşılma ihtimalini sıfırlıyorlar.”
“Her şey tamam da binadaki diğer şirketlerde çalışanlarla karşılaşabilirler. Diğer şirketlerin kameralarına yakalanabilirler.”
“Bunlar benim de aklıma takıldı. Katları tek tek dolaştım. Kameralar sadece kendi bulundukları katın merdivenlerini görüyor. Kala kala çakma turizm firmasının altındaki şirketin kamerası kalıyor. O da kimin çıktı dersin? (…) Elbette turizm firmasının büyük ortağının. Yani Ekrem denen adamın. Görüntülerin kaydedildiğini zannetmiyorum.”
“Pes doğrusu, bu kadar işi ne zaman yaptınız?”
“Onu boş ver.”
“O zaman gündüz çalışan personelle karşılaşmasınlar diye kadınları alt katta mı tutuyorlar?”
“Hayır!”
“Acaba kadınları bodrumdan mı çıkarıyorlar?”
“Kontrol ettim. Bodrum kattan çıkış yok.”
“Bu adamlar sihirbaz mı yoksa!”
İbrahim Başkomiser garsonun gelmesini beklemedi, hesabı masaya bıraktı. “Hadi evlat gidiyoruz,” dedi.
Yolun karşısına geçtiler. Turizm firmasının bitişiğindeki eski binaya girdiler. “Yukarıdaki arkadaşları mı ziyaret edeceğiz amirim,” dedi Tuncay. Başkomiser karşılık vermek yerine cep telefonunu çıkardı, yukarıdaki personele diğer ekiplerle koordineli harekete geçmelerini söyledi.
Yarım saate kalmadan kapının önü hareketlendi. Meraklı kalabalığın bakışları arasında turizm firmasının büyük ortağı ve birkaç çalışan elleri kelepçeli binanın önüne yaklaşan polis minibüsüne bindirildiler. Bu sahneyi kaçıran muhabirlerin en iyi görüntüyü yakalama yarışı sürerken turizm firmasının bitişiğindeki binadan çıkarılan kadınlar ikinci minibüse alındılar. İki minibüs uzaklaşırken meraklı kalabalık dağılmaya başlamıştı ki bir ambulans yaklaştı. Eski binadan çıkarılan ceset torbası ambulansa koyulurken sorular uğultu olmuş karşılığını bulamadan boşlukta dolaşıyordu. Yarım saate kalmadan hayat bir şey olmamış gibi akmaya başladı.
Karşı kaldırımdaki pastaneye geçen İbrahim Başkomiser ile Tuncay her vakit oturdukları masadan hayatın normalleşmesini izliyorlardı.
Tuncay kendini rahatsız eden soruları ardı ardına sıraladı. Hepsinin karşılığını tek tek aldıkça amirine saygısı artıyordu.
İbrahim Başkomiser operasyondan iki gece önce turizm firmasının bulunduğu binayı ve yanındaki eski binayı baştan aşağı dolaşmıştı. Binanın temizliğini, getir götür işlerini yapan, gerekli gereksiz işlere koşturulan bina görevlisinden yardım almıştı. Küçük insanların büyük zannettikleri açıklarını, abarttıkları korkularını kullanmanın sonuca ulaşmada en kestirme yol olduğunu mesleğe başladığı yıllarda öğrenmişti. Kolayca bina görevlisinden gerekli bilgileri almıştı. Kamera nerede var nerede yok, bodrum katın durumu, şirketlerin çalışma saatlerini ve gerekli gereksiz birçok bilgiyi öğrenmişti. Sonrası parçaları tek tek yerine oturtmaya kalmıştı.
“Evlat! Eski binadaki ayrıntıyı fark ettin mi?”
“Yıkılacağı günü bekleyen bakımsız sıradan bir bina.”
“Başka?..”
“Başka ne olsun…”
“İkinci kattaki çelik kapı desem…”
“…”
İbrahim Başkomiser Tuncay’ın sessizliğinin bitmesini beklemedi.
“Görür görmez ilgimi çekti. Çelik kapı çok sağlamdı. Yıkıldı yıkılacak binada böylesine bir kapı ilginç. Her ne hikmetse bu kapı ikinci katta. Aynı turizm firması gibi. Yine ne tesadüftür ki sekreterin arkasındaki nefis dolabın dayandığı duvarla eski binanın duvarı sırt sırta. Diğer duvarı da boydan boya kaplayan bir dolabın varlığından emindim.”
Tuncay heyecanla atıldı.
“Bu dolaplar da aradaki kapıyı gizliyor galiba.”
“Tam tahmin ettiğin gibi. Detaylı aramada kapı ortaya çıktı. Orası kadınların hem evi hem de hapishanesi. Zavallı genç kadının cesedinin bulunduğu yer de cezalandırma odası aynı zamanda. Yoksa pencere tuğlayla niye örülsün? Odaya neden çelik kapı takılsın? Üstelik dışarıdan kilitlenmiş.”
Tuncay devamını beklemeden atıldı: “Zavallı kadın kimin nesi acaba?”
“Bence çakma dilencinin kızı. O gece araca bindirilirken babasını gördü. Duraksadığını birileri fark etti mutlaka. İş dönüşünde ceza odasına atılmış anlaşılan. Gözünü korkutmak için şiddet uygulanmış. Yüzündeki, boynundaki, vücudundaki yara bere izleri bunun göstergesi.”
“Korkutmak için ceza odasına konulmuşsa ve şiddete uğradıysa neden öldürdüler?”
“Bence öldürülmedi. İntihar etti. Böylelikle kendince malum heriflerden intikam alacaktı.”
“Adamların umurunda mı sanki? Biri gider bir başkası ağlarına düşer.”
“Haklısın. Ama o durumdaki birinin psikolojisini bizim anlamamız kolay değil. Üstelik böylelikle babasını da kurtarmış olacaktı.”
“Böyle düşünmemiştim amirim.”
Gözaltına alınan kadınlar İbrahim Başkomiser’i doğrulayacak bilgiler verdiler.
Üç gün sonra İbrahim Başkomiser yardımcısına telefon edip adını verdiği mezarlığa gelmesini söyledi. Tuncay tam saatinde mezarlıktaydı. Çok geçmeden bir taksi yaklaştı, tam önünde durdu. İbrahim Başkomiser indi. Arka koltuktaki adam da. Şaşkınlığını gizlemeye çalışan Tuncay adamı hemen tanımıştı; çakma dilenci.
Üç beş kişilik cemaat, merhume son yolculuğuna uğurlandığında beklemeden ayrıldı. Mezarın başında üç kişi kalmıştı; çakma dilenci, Tuncay ve İbrahim Başkomiser. Gözpınarlarına söz geçiremeyen adam herkes dağıldığında oturdu. Taze toprağı kızının başını okşar gibi okşadı dakikalarca. İbrahim Başkomiser gelip koluna girmese belki de geceyi orada geçirecekti.
Galata Köprüsü’nün altındaki en sakin restoranda gecenin ilerleyen vaktinde İbrahim Başkomiser ikinci küçüğü istedi. Garson şişeyi getirdi, masaya bıraktı. Başkomiser kadehini doldurdu. Sormadan Tuncay’ınkini de. O gece kadehler hiç kaldırılıp havada buluşturulmadı. Defalarca Hamiyet Yüceses’i dinlediler.
Her yer karanlık
Pûr nur o mevki
Mağrip mi yoksa makber mi Yarab
…
Yine çok güzel ve akıcıydı. Emeğine sağlık.
Eskinin içindeki yeniliğin bazen ürkütücü bazen üzücü ve hatıraları bozan ağır tarafına vurgu yapılmasının dışında bazı kapıları da araladığını dikkat çektiğini anlamlı bir şekilde vurgulamış yazar ve en önemlisi hiçbir şey aslında göründüğü gibi değildir. Ana fikrine güzel bir yaklaşım olmuş, bu güzel yazı için teşekkür ederiz.