1863 Yazıydı. Yanıkkapı Mahallesi’nin tenha sokaklarında mutat görevini ifa etmek üzere turalayan Kollukçu Davut, Tefeciler Sokağı’nın bir üst paralelinde bulunan ve sur dibinden sahile kadar uzanan Katır Keptiren Yokuşu’nda dikkat çekici bir hareketlilik fark etti. Gecenin o saatinde dört-beş kişinin koşar adımlarla yolun bir tarafından diğer tarafına geçmeleri hayra alâmet bir durum değildi. Cebinden düdüğünü çıkarıp iki kez uzun uzun öttürdü. Düdük sesini duyan kişiler bu kez tabanları yağlayıp yüz, bilemedin yüz elli arşın ilerideki terk edilmiş evden içeri girdiler.
Davut, bu mekruh evin önünden yıllardır ve hemen her gece geçerdi. Çoğunlukla ayyaşlar ve keşlerin mekan tuttukları bir yerdi burası fakat bu kişiler ayyaş ya da keşe hiç benzemiyorlardı. Eğer öyle olsalar, bu derece muvazeneli koşabilmeleri mümkün değildi.
Adımlarını sıklaştırıp orada neler olup bittiğini anlamak üzere eve doğru yürüdü. Bahçe tarafındaki camsız pencerenin dibine sinip içeriyi gözledi. Zemin katta kimse yoktu. Sesler bodrum katından geliyordu fakat uğultu halinde olduklarından neler konuşulduğunu anlayabilmek mümkün değildi. Davut ön tarafa dolanıp kapısız mekanın içine girdi. Bodruma inen ara sahanlıklı merdivenin başına kadar yürüdü. Aşağıda yanan kandillerin ışıkları merdivenin yıkık dökük kerpiç duvarında geziniyor, duvardan akseden ışıklar harap olmuş ahşap basamakları belli belirsiz aydınlatıyordu. Davut, neyle karşılaşacağını bilmediği halde tarifi gayrı kabil bir merak içinde parmak uçlarına basa basa ara sahanlığa kadar indi. Sahanlığın duvarına sırtını verip başını usulca bodrum katının merdiven holüne doğru uzattı. Ayakta dikelen bir adam, bir taraftan yerdeki büyük kalaycı körüğünü ayağıyla körükleyip ucuna kelepçelenmiş hortuma hava basarken diğer taraftan Davut’un bulunduğu yerden görülmeyen başka bir adamla havadan sudan sohbet ediyordu. Bu esnada, başka bir adam körükçünün hemen önündeki dar dehlizden kaz yürüyüşü ile dışarı çıktı. Sırtında taşıdığı çuvalı yere bıraktıktan sonra “vay! vay! vay!” deyip ağrımış belini tutarak doğruldu ve ayağa kalktı. Az önce körükçüyle sohbet eden adam yere bırakılan çuvalı aldı ve holün diğer köşesine doğru yeniden gözden kayboldu. Körükçü, dehlizden çıkan adama sordu,
– Daha ne kadar var?
– İdris’e bakılırsa beş veya altı arşın kaldı lakin bu gece kat’a bitmez. Yarın ola, hayrola…
– İdris “bugün” dediyse bugün! Yarına kalırsa demediğini bırakmaz. Tefe kor bizi, huyunu bilmez gibi konuşma.
– Nasıl olacak bu iş? Gün sabaha erdi. Horozlar ötmeye duracak neredeyse.
– Ben bilmem! Zılgıtı yersen “Mahmut söylediydi” dersin…
Dehlizden az önce çıkan adam bu işten kaçış imkanı olmadığını idrak edip ortaya sunturlu birkaç küfür salladıktan sonra sırtına boş bir çuval vurup kaz yürüyüşü ile geldiği dehlize geri döndü.
Kollukçu Davut, kanuna mugayir bir iş ifasının farkında olsa da İdris adı geçene kadar bu adamların ne yaptıkları hususunda bir malumata sahip değildi. Bu İdris, Darıcı Rüstem’in oğlu hayırsever İdris olabilir miydi? Bir ara, Tophane Karakolu’na sessiz sedasız geri dönüp nöbetçi amirlerini durumdan haberdar etmeyi düşündü fakat sonra “ya o değilse! Üstelik adamlarda hırsız, uğursuz yüzü de yok!” diye geçirdi içinden. Bir derin nefes alıp tüm cesaretini toplayarak ara sahanlıktan aşağı doğru indi. Bu esnada, çıkarabileceği en davudi tondaki sesiyle körükçüye doğru seslendi,
– Hayrola hemşerim!.. Gecenin bu saatinde böylesine hummalı çalışmanıza sebep olan şey nedir? Kimsiniz, kimlerdensiniz? Ne işiyle iştigal edersiniz?
Körükçü, Kollukçu Davut’u tekmil kıyafetle aniden karşısında görünce önce bir an şaşalasa da kendini tez toparlayıp cevabını verdi,
– Tünel kazıyoruz beyim. Zonguldak’tan geldik… Tünelciyiz biz… İdris Bey tutmuştur bizi, yevmiyeli olarak onun hizmetinde çalışırız.
– İyi hoş da koca gün torbaya mı girdi, gecenin bu vakti çalışmaktasınız? Ne tuneliymiş bu kazdığınız?
– Geceleri çalışıyoruz beyim. Acilmiş adamın işi. Bir an evvel bitsin diye fazladan yevmiye öder bize. Gömüsü varmış atalarından kalma, onu ararmış.
– Pekiyi var mıdır gömüye dair bir alamet, bir işaret?
– Başlangıçta biz de ihtimal vermedik. Define avcısıdır diye düşündük. Yevmiyelerimizi tastamam ödediği için kazmaya devam ettik. Ta ki baharleyin bir küp altın bulasıya kadar.
Körükçü elini cebine atıp bir gümüş mecidiye büyüklüğünde üç altın sikke gösterdi Davut’a. Sikkeleri gören Davut’un gözleri aniden faltaşı gibi açıldı. Körükçü devam etti,
– Küpün içinden yüz yirmi altın sikke çıktı. Niye yalan söyleyeyim eli bol adammış. Biz aynı köylü altı erbab tünelciyiz. Altınların yarısını her birimize onar onar pay etti. Kalan yarısını da kendine aldı. Karşılık olarak, “çenenizi düşürüp orda burda gevezelik etmeyin! Bilesiniz ki bu gömünün sadece küçük kısmı, büyük gömü hepimizi zengin edecek” dedi. Değil sadece geceleri kazmak, memlekette gece gündüz kazsak yarı ömrümüzde madenden bu kadar para kazanamazdık. Allah razı olsun kendisinden.
Kollukçu Davut iyiden iyiye iştahlanmıştı. Adaletli tavrına ve hayırseverliğine bakılırsa bu zat, düşündüğü İdris’ten başkası değildi. Ancak bir nokta nazarı dikkatini cezbetti ki İdris, İstanbul’un yerlisi değildi. Ailecek Karadeniz’den göçüp gelmişler ve Galata’ya yerleşerek iş tutmuşlardı. O halde, atalarından gömü kaldığı hususu bir kandırmacadan ibaretti. “En doğrusu bu hikayenin kalanını İdris’ten dinlemek” diye düşündü.
– İdris nerededir şimdi?
– Evindedir zahir.
– Pekalâ, sizlere kolay gelsin ağalar.
Davut, viraneden ayrılıp olmadık hayaller kurarak Şahkapısı’nın yolunu tuttu. Sahip olduğu malumatın değeri kadar tehlikelisinin de farkındaydı. Neticede İdris, ahalinin nezdinde büyük bir itibara ve güce sahipti. Nasıl bir girizgâhla söze başlayıp bu işten nasıl kârlı çıkacağını düşünerek o uzun yolu tüketti. Gecenin sabaha dönmekte olduğu saatlerde Tefeci Arsen’den miras aşı boyalı görkemli konağın, ustalıkla işlenmiş demir bahçe kapısının tokmağını tıklattı. Çok geçmeden bir hizmetli evin kapısını açıp seslendi,
– Kimdir o?
– Kollukçu Davut!
Hizmetli, yatak kıyafetleri ile bahçe kapısına kadar gelerek sürgüyü çekti ve büyük demir kapıyı açtı.
– Hayırdır Davut Efendi, gecenin bu vakti gelişine sebep nedir?
– Mühim bir mevzuda İdris Bey ile acilen istişarede bulunmam gerekiyor, sabaha kadar beklenmeyecek derecede önemli bir mevzudur bu.
– Hay allah! Sen buyur içeri, ben İdris Bey’ e lisanı münasiple durumu anlatayım.
Kollukçu Davut, aynalı siyah potinlerini gıcırdata gıcırdata sofanın divanına kadar yürüdü ve divana köy ağası edasıyla kurulup sağ bileğini dizinin üzerine atarak elini aşağı sallandırdı. Az sonra İdris merdivenin başında göründü. Yavaş yavaş basamakları indi ve Davut ile karşı karşıya geldiler.
– Hayrola Davut Efendi, gecenin bu saatinde Tophane Karakolu’ndan yeni bir celp emri mi getirdin?
Davut, müstehzi bir yüz ifadesiyle sırıtarak,
– Hayır, hayır! Katır Keptiren Yokuşun’da cereyan eden bir vak’aya şahit oldum az evvel. Oradan geliyorum. Seninle orada cereyan eden faaliyetlerin mahiyeti mevzuunda istişarede bulunmaya geldim. Malûm, mesuliyetlerim itibarı ile Devlet-i Ali’nin menfaatlerini de düşünmem icap eder.
İdris, karşısında hiç istifini bozmadan oturan, sahip olduğu malumatın karşılığında alenen sus payı isteyen bu küstah adama ilkin ağzının payını vermeyi yeğledi,
– Davut Efendi, sen Devlet-i Ali’nin menfaatlerini düşünmeyi boş ver! Zira o menfaatleri düşünecek tiyniyette biri olmadığın ayan beyan ortada. Bu halde seninle, sadece senin menfaatlerin hakkında istişarede bulunmamız icap edecek.
Kollukçu Davut’un, hiç beklemediği bu sözler karşısında ilkin yüzü kirece kesti, bir müddet cevap dahi veremeden İdris’in yüzüne öylece baka kaldı. Ansızın ağzı kurudu, boş boş yutkunmaya başladı. Sonrasında oturuşuna bir çeki düzen verip titreyen sesiyle konuşabildi,
– İdris Bey, siz beni yanlış anladınız. Ben sadece orada cereyan eden faaliyetlerin kanun ve nizamlar çerçevesinde ifa edilmesi icap ettiğini zatı alinize arz etmemin…
– Beni burada bekle!
dedi İdris, Davut’un sözünü keserek. Ardından indiği merdivenden tekrar yukarı çıktı. Çok geçmeden elinde bir deste banknotla sofaya döndü ve desteyi diğer eline vura vura,
– Bak! Davut Efendi, burada tamı tamına beş bin kaime var. Çenene sahip olur, susar, bu geceyi ve şahit oldukların her ne ise bir daha asla hatırlamamak şartıyla unutursan ne alâ. Ola ki sahip olamaz, konuşur ve gördüklerini başka biriyle paylaşacak olursan, beni bilirsin; sana sadece Galata’yı değil cihanı dar ederim. Hadi şimdi uğurlar ola.
dedi ve hizmetliyi çağırıp Davut’ a yolu göstermesini istedi. İdris, Davut gittikten hemen sonra hizmetliden kendisine bir kahve yapmasını istedi ve evin zemin katındaki misafir odasına geçip kapının tam karşısında duran küf yeşili kadife kaplı berjer koltuğa oturdu. Dirseklerini koltuğun kopçaklarına dayadı ve başını ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı. Davut’un çenesine hakim olamayacağı, olmadık bir yerde ve zamanda şahit olduğu vak’ayı anlatacağı besbelli idi. Buna mukabil, onu ortadan kaldırmaya yeltense, Davut’un mesuliyet sahası olan tefeciler sokağı civarına, mazide olduğu gibi zaptiyelerin yeniden akın etmelerine davetiye çıkaracaktı. Bu safhada mühim olan mevzuya dair Davut’un ne kadar malumata sahip olduğunu bilmekti. O halde ilk yapılacak iş, Katır Keptiren’deki o virane evin bodrumunda çalışan erbab tünelcilerle bir bir konuşmaktı.
O günün sabahı İdris, erbab tünelcilerle konuşmak üzere kaldıkları hana gitti. Körükçü ile uzun uzun konuşup onun Davut’a anlattıkları hakkında geniş malumat edindi. Ancak aynı sıralarda, zevcesini karşısına almış, o gece olup biten her şeyi bir bir anlatan bir kişi daha vardı; Kollukçu Davut.
-devam edecek-