Tulumbacı Hüsnü’nün kodese girmesiyle birlikte Feriköylü Necmi ile İdris Galata Semti’nin neredeyse en itibarlı kişileri haline gelmişlerdi. Onlara gösterilen îtibarda duyulan korku ve gelecek kaygusunun payı yok değildi elbet ama diğer taraftan ahalinin onlara beslediği saygının da bir alametiydi bu. Nitekim, Mekri Necip ve Daltaban Ali ‘nin ölümleri, Adalı Ethem’in ise yediği okkalı dayaktan sonra balıkhaneden dışarı adım atamaz olması neticesi semte görülmedik bir sükûnet havası çökmüş, ahali günlük mutad işleriyle uğraşır olmuştu. Necmi ile İdris yancıları ile birlikte sokağa çıkıp bir mehter başı edası ile iki adımda bir sağlarına, ardından iki adımda bir sollarına dönüp çevrelerini selamlayarak ağır adımlarla yürürlerken, tefecisinden esnafına, hayat kadınlarından sabi-sübyanına varıncaya dek herkesin selâmına mazhar olurlardı.
İdris gerek seciyesi ve gerekse ruh hali itibarı ile cemiyetin ekseriyetini oluşturan insanlardan epey farklı bir yaradılışa sahipti. Maceraperestti… Herkesin kalkışmaya korkup ifasından çekindiği işler ona büyük bir heyecan ve keyif veriyordu. Sanki bu hâl, yaşadığı hayata duyduğu bağlılığın da baş sebebiydi. Buna bir de pırıltılı zekasını ilave ettiğinizde şeytanın dürtmek için fırsat kolladığı biri olup çıkıyordu. Hayatında ne vakit bir sükûnet ve intizam hali husule gelse, bu onda ciddi bir tatminsizlik haline sebebiyet veriyordu. Öyle ki ahalinin sitayişle bahsini ettiği, gıptayla baktığı bir halden dahi tez vakitte usandı. Kısa bir müddet sonra, işlerin tümünü Feriköylü Necmi’ye bırakıp kabuğuna çekildi.
Baba evine dahi haftada bir uğrayıp validesi ve hemşirelerinin gönüllerini alıyor, geri kalan günlerini, gecelerini, sevgilisi Anuşka’nın konağında geçiriyordu. Babası Darıcı Rüstem ve amcalarının kuvvetli ısrarlarına rağmen o doğru bildiğinden şaşmadı ve Anuşka’yı ilkin islâma tevcih edip ardından nikahına aldı.
1860 Senesi Nisan Ayı başlarıydı. Galata Semti, Yanıkkapı Mahallesindeki Tefeciler Sokağı’nda kaim birden fazla tefeci yazıhanesinin aynı gece soyulmuş olduğu haberi ile çalkalandı. Soyulan tefecilerin verdikleri ifadelere bakılırsa, kaldırılan paranın miktarı seksen bin kaimenin üzerindeydi. Semtin en mutena yerindeki üç katlı bir konağın otuzbeş, bilemedin kırk bin kaimelik ederi olduğu düşünüldüğünde bu meblağın nelere kadir olduğunu idrak etmek hiç de güç değildi. Tek tük hırsızlık vakaları görülse de semtte o güne kadar böylesi bir soygun vakası hiç vukû bulmamıştı. Herkesin nazarı dikkatini cezbeden şey, soyulan yazıhanelere kapı veya pencerelerden girilmemiş olmasıydı. Girişlerindeki sac darabalar açılmamış, kilitleri kırılmamış, kapı ve cam menteşleri zorlanmamıştı. Çatıya çıkan tuğla örümü bacalar ise en sıska insanın dahi girebileceği ende değildi. Buna mukabil, çelik kasaların kilitleri kollu el matkapları kullanılmak suretiyle itina ile delinmiş, parçalanmış, kağıt paralar toplanıp bir şekilde götürülmüştü.
Soyulan ağlamaklı tefeciler ceman beş kişiden müteşekkildi. Bunlar, sırra kadem basan Arsen kadar olmasalar dahi verdikleri para için zor durumdaki borçlulara eza çektiren, yer yer zûlmeden kişilerdi. Biri, tanzimattan sonra İstanbul’a gelip yerleşmiş Lampard adlı Fransız bir bankerdi. İhtiyaç hasıl olduğunda hanedanlık mensuplarına dahi para temin eden itibarlı bir zattı. Diğerleri ise Osmanlı tebaasına mensuptular. Bunlardan biri Ermeni kalanları ise Yahudi menşeli idi.
Bahse konu soyguna dair dikkat çekici husus, borçlu esnafa ılımlı davranan, ödeme için yeni mühletler veren tefecilerin arada kalan yazıhanelerinin itina ile atlanmış olması idi. Bu vaziyet karşısında akıllara düşen şüpheli bir isim vardı. Bir isim vardı var olmasına da dillendirmeye kimsenin yüreği el vermiyordu. Nihayetinde biri dayanamayıp “olsa olsa İdris’tir bunu yapan” diye bir diğerine fısıldadı. Âli Osman’da en yüksek mevkileri işgal eden erkanın tazyikini ensesinde hisseden Abdülkadir Efendi, bu vakanın ifşâsı için en ufak ihtimali dahi tetkik etmek mecburiyetindeydi. Nitekim, İdris’i üçüncü kez ve zaptiye nezaretinde makamına getirtti. Makamında oturan Abdülkadir Efendi’nin suratına bakıldığında, omuzlarındaki ağır yükün verdiği büyük ızdırap hemen fark ediliyordu. Getirilip karşısına oturtulan İdris’e uzun uzun baktıktan ve alıcı gözle tepeden tırnağa süzdükten sonra sordu;
– İdris, evladım… Bilirsin, Darıcı Rüstem’le olan muhabbetimiz çok eskilere dayanır. Her şeyden evvel onun oğlu olman, benim nazarımda seni ihtimam gösterilmesi icap eden bir insan vasfına sokar. Malûm hırsızlık vakasıyla uzaktan yakından bir alâkan ya da bu mevzuya dair her hangi bir malumatın varsa anlat bana. Anlat ki bileyim… Eğer var da bilmezsem ve bu durum benim haricimdeki kişiler tarafından ifşa olunursa, senin hakkında hiç de hayırlı olmayan neticeler husule gelir. Yazık olur sana, gençliğine yazık olur. Beybabana, validen hanımefendiye yazık olur.
İdris, hürmetle, sessiz sedasız Abdülkadir Efendi’nin sözlerini tamamlamasını bekleyerek, akabinde duraksamadan cevabını verdi,
– Abdülkadir Amca, sen de bilmektesin ki ben bu işlerden elimi-eteğimi çekeli epey zaman oldu. Zevcem Anuşka ile birlikte kendimizi hayır işlerine adadık. Sağ olsun! Eski kocası Arsen’den kalan mirasın kayda değer bir kısmını bu işe tahsis etti. İdaresini ise şahsıma verdi. Şu sıralar, Yeni Cami İmarethanesine yapılan bakliyat yardımlarının kayda değer miktarını biz tedarik etmekteyiz. İmarethaneye yapılan bağışlara dair evrakları tetkik ettiğinde vaziyeti görebilirsin. Bahse konu hırsızlık vakasına dair ne en ufak bir malumatım, ne de bizzat karışmışlığım vardır. Bana kalırsa bu işin Tulumbacı Hüsnü ile de alakalısı yoktur. Zira işlenen bu fiil, Tulumbacı’nın mizacına uygun değildir. O, aş yediği çanağa tükürecek adam değildir. En az benim kadar sen de tanır, bilirsin.
İdris, apar topar getirildiği Tophane Karakolu’ndan üçüncü kez salıverildi.
Vaka yerinde günlerce devam eden tetkiklere, onca kişinin sorgu-suale çekilmesine rağmen elle tutulur bir neticeye ulaşamayan, bırakınız bir neticeye ulaşmayı soygunun ne şekilde vukû bulduğu hususunda dahi bir malumat edinemeyen Abdülkadir Efendi, Müşir Hasan Rıza Paşa tarafından makamından azledildi. Devlet-i Ali’nin işlerine akıl-sır ermez! Oysa aynı Hasan Rıza Paşa, üstelik daha altı ay önce, Galata Semti’nde hakim olan sükûnet ve nizam hali sebebiyle, asgaride bir teğmene verilmesi icâb eden zaptiye amirliği makamına atama yapmamış ve vekâleten de olsa Başçavuş Abdülkadir Efendi’nin bu mesuliyeti üstlenmesini sağlamıştı. Yazık oldu Abdülkadir Efendiye! Muhterem bir zattı. Sevmeyeni yok gibiydi Galata Semti’nde.
İdris ve Anuşka kayda değer hayırlar işliyorlardı. Şüphesiz, islam’a göre hayır işleyenin fakir fukaraya, garip gurabaya ettiği yardımların gizli tutulması esastı ancak bu yardımlar her zaman olduğu gibi gizli kalmıyor, hayır işleriyle iştigal eden kişilerce mütemadiyen ahaliye aktarılıyordu. İdris, semtte yaşayan insanlar tarafından zaten sevilen bir kişiydi. Takdire şayan bu yardımları onu, halk nazarında gün be gün daha yüksek mevkilere taşımaya devam etti. Namaz kılmak üzere gittiği Yeni Cami cemaati, her defasında onun etrafında cesametli bir halka oluşturuyor, abdest almak için kurnaya yaklaştığında herkes ona sırasını veriyor, namaz için tuttuğu saf her daim imamın arkasında yer alıyordu. Namaz sonrası cemaat dağılırken çoğunluğu fakir fukaradan müteşekkil kalabalık bir kitlenin şükran ve sevgi gösterilerine mazhar oluyordu.
Anuşka’ya olan bağlılığı ve beslediği aşka gelince, semtte yaşayan herkesin malûmu idi fakat onu yakından tanıyanlar ne kadar kudretli olursa olsun bu aşkın, İdris gibi birini tek başına mesut etmeye yetmeyeceğinin de farkındaydılar. Hulâsa İdris, dışarıdan bakıldığında orucunu tutan, namazını kılan, muhtaçlara el uzatan emsal bir mümin gibi gözükmekle birlikte, velfecir okuyan çakır gözlerindeki manâya bakılırsa iman tarağında pek de bezi yok gibiydi.
Soygun vakasından kısa bir müddet sonra, Galata köprüsünün bitiminde kaim Hatice Sultan Vakfiyesince işletilen ve Sinan Mektebinin mühim bir eseri olan Yeni Cami İmarethanesi, İdris ve Anuşka’nın yüklü bağışlarıyla bakıma alındı ve genişletildi. Yalnız Galata Semti’nin değil, köprünün öte yakasındaki Karaköy Semti’nin, Haliç ve tersane bölgesinin, hatta Beşiktaş muhitinin fakir fukarasına dahi hizmet verecek şekilde yeniden tanzim edildi. Öyle ki, iaşesi hanedanlık tarafından temin olunan Yedi Sofralı Sakine Hatun İmarethanesi’ne nazire yaparcasına, imarethane içinde tesis edilen yedi büyük mermer sofradan, yüzlerce yoksula, günde üç öğün aş dağıtılmaya başlandı. Bu mühim faliyeti ile İdris, sadece Galata Semti ahalisinin değil Karaköy’den Beşiktaş’a uzanan geniş bir coğrafyada yaşayan fakir ve yardıma muhtaç insanların nazarında, büyük bir hayırsever olarak gönüllerde yer etti.
Öte yandan Yanıkkapı Semtindeki Tefeciler Sokağında vuku bulan soygunların ardı arkası kesilmiyordu. Abdülkadir Efendi’nin azlinden sonra atanan yeni karakol amirleri de ardı ardına makamlarından azlediliyor, sokaktaki gece bekçilerinin sayıları her seferinde misliyle artırılsa da bir netice elde edilemiyordu. Vaziyet öylesine vahim bir hal aldı ki sokakta yazıhanesi bulunan tefeciler ve bankerler bir bir sokağı terk etmeye başladılar. 1861 senesinde cereyan eden bu durum, Cihan Seraskeri Ünvanıyla anılan Tophane Müşiri Hasan Rıza Paşa’nın, Sultan Abdülaziz tarafından makamından azledilmesine dahi sebep oldu. Bununla birlikte, özellikle frenk bankerlerin diplomatlar vasıtası ile Devlet-i Ali Osman’a, bir banka kurulması ve paralarının burada teminat altına alınması istikametindeki tazyikleri ziyadesi ile arttı. Hanedanlığın kendi borçlarının idaresi için bu mevzuda zaten bir gayreti vardı. Neticede, Fransa’da 1856 senesinden bu yana faliyetine devam eden Ottoman Bank, 1863 senesinde Bank-ı Osmanî-i Şahane adı ile Galata Semtinde ilk şubesini açtı. Bu semtte faliyet gösteren tefeci ve bankerler nihayet rahat bir nefes almışlardı.
-devam edecek-