Dün uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapmak geldi içimden. Aniden düştü aklıma, belki de önce –kalbime- demeliyim.
Klasik bir cumartesi günüydü. Olabildiğince geç kalktığım, her gözümü açtığımda kendimi zorla uyutmaya çalıştığım bir gün. Vakit öğleye yakın demlenen çayın kokusu beni yıllar öncesine alıp götürmüştü. Kaç dakika orada kaldım bilmiyorum. O ana döndüğümde demliğin suyu kaynamaktan azalmıştı. Kalan suyla termosuma çay hazırlayıp aceleyle yaptığım, peynirle domates kıstırdığım ekmek arasını bir saklama kabına koymuştum. Yürüyüş kıyafetlerimi giyinirken kalbimin deli gibi çarptığını fark edip daha bir heyecanla koyulmuştum yola.
İlk olarak bodrumda sessiz sedasız beni bekleyen emektar bisikletimi üç sokak ötedeki bisikletçiye götürdüm. Fren, vites kontrolleri, lastiklerin şişirilmesi, zincirin yağlanması derken çıkmıştım yola. Nereye gideceğimi henüz bilmesem de yüreğimin beni götürdüğü yere gideceğim kesindi.
Şehir merkezinden uzakta yaşıyordum. Dolayısıyla şehrin çıkışına doğru sürsem mutlaka yeşil bir yerler denk gelecekti. Öyle de yaptım ve gerçekten kırk-kırk beş dakika kadar sonra uçsuz bucaksız tarlalar arasında, asfaltı epey kaybolmuş bir yolda ilerliyordum. Ben ve kendim… Unutmuşum ne zamandır, onlarca belki de yüzlerce kalabalıklar içinde en iyi arkadaşımı. Unutmuşum kendimi alarak şöyle kafama göre bir yerlere gitmeyi. Sahi en son ne zaman uzaklaşmıştım böyle? On yılı kesin geçmiştir, ne acı.
Bir tarlanın ortasında tek başına asilce duran o ağacı gözüme kestirmiş, bisikletimi yol kenarına bırakarak o yöne ilerliyordum. Ağacın dalları altına oturduğumda o harika manzarayı izleyerek kahvaltı için seçilebilecek en güzel mekâna geldiğimi fark etmiştim. Çayın tadı ne kadar da güzeldi. Ekmeğimi, kuyruk sallayarak yanıma gelen kahverengi bir dostla paylaşmıştım. Keşke biraz fazla alsaymışım. Yalanıp duruyordu yavrucak.
Çimlere uzanıp uzun bir süre bulutları izlemiştim. Mavi bir tuvalin üstünde hareketli pamuk yığınları gibiydiler. Burada ne kadar vakit geçirdim hiçbir fikrim yoktu. Hatta biraz kestirmiş de olabilirdim. Gün ikindiye yaklaşmak üzereydi. Doyamadığım yolculuğuma biraz daha devam etmek istiyordum.
Mayıs bitiyordu ama rengârenk çiçeklerin zamanı henüz geçmemişti. O güzelliklerin arasında bir zaman yolcusu gibi hissediyordum kendimi. On yıl öncesi… Yirmili yaşlarım… O zamandan bu zamana ne çok şey değişmişti. İş hayatı, her günkü monotonluklar, dökülen saçlarım, taşındığım şehirler… Hatta göbek bile yapmıştım hareketsizlikten. Aynı olan tek şey olan bekârlığımı saymazsak, neredeyse her şey değişmişti.
Yanıma bilerek almadığım telefonum o an aklıma gelmişti, bir iki fotoğraf çeksem fena olmazdı aslında. Sonra da iyi ki almamışım diye düşündüm. Ne kimsenin aramasını istiyordum ne de beni oyalayacak herhangi bir şeyi. Bin tane fotoğraf çekip kendime saklıyordum. Ilık güneşi, dallarında salınan çiçekleri, öbek öbek bulutları, ardımda bıraktığım tozlu yolları; her şeyi… Ve gideceğim uzakları…
Bir süre sonra tarlaların içinde tellerle çevrili alanlara rastlamıştım; içlerinde bakımlı bahçeleri, tek katlı evleri olan. Ne de hoş görünüyorlardı. Şehrin keşmekeşine hem yakın hem uzak, nefes alma alanları… Gerçekten çok güzel görünüyorlardı.
Tek katlı, iki katlı evler görünmeye başlamıştı yol kenarlarında. Yazısı epey bir silinmiş bir tabelanın yanından geçmiştim hızlıca. Okumaya zamanım olmamıştı. Bir kasaba veya bir köye gelmiş olmalıydım. Bir on dakika kadar sonra evler sıklaşmaya başlamıştı. İnsanlar görünmeye başlamışlardı, tek tük de olsalar. Başka bir dünyanın içine düşmüştüm yine. Dar sokaklara sapa sapa bir köy kahvesinin önüne gelmiştim. Hava öyle güzeldi ki. Meşe ağaçlarının altına konulmuş tahta masalarda oturan yaşlılara elimde selam verdikten sonra, bisikletimi bir duvara dayayıp yanlarına gitmiştim. Hem meraklı hem de sımsıcak bakışları üzerimdeydi. Hemen adımı sordular. “Kemah” demiştim. Ardından alışık olduğum gibi anlamını da sormuşlardı ve başladım anlatmaya: “Ben doğmadan önce annemle babam Erzincan’ın bir kasabasına yerleşmişler. Annemin sancıları tutunca da beni ilçedeki hastaneye götürmüşler. Doktorundan hemşiresine, annemle o kadar ilgilemişler ki annem de ilçenin adı olan Kemah ismini koymuş bana. Böyleymiş işte benim isim hikâyem.”
Üç ihtiyar, hayat hikâyelerinden tutun da o ana kadar neler yapmış ve yapıyorlarsa anlatmışlardı bana. Nöbetleşe nöbetleşe hem de. Arada ben de konuşmuştum tabi. Kaç çay içmiştim bilmiyorum. Üstelik kahveci abi almamıştı çayların parasını benden. “Tanrı misafirisin.” demişti. Çok duygulanmıştım. Yakın evlerden birinden kuru fasulye pilav gelmişti bir tencere. Üç tabak yemiştim. Pilavcı Şevket Dayı’nınki bir, bu iki; hayatımda yediğim en güzel pilavlardı doğrusu.
Kahveye gelen herkes çok yakından ilgilenmişti benimle. O kadar ki sanki yıllardır buraya çay içmeden eve gitmemiş gibi bir hisle doluydum. Akşam olmasına yakın, bütün ısrarlarına karşın bir sonraki gelişimde yatılı kalacağıma söz vererek güzel duygularla ayrılmıştım yanlarından.
Çantamda geleceğe dair umutlarım vardı, uzaklarda dostlarım; değerli kılmak vardı her anı, içinden geldiği gibi yaşamak ve ertelememek kendinle geçireceğin zamanı.
Ağzımda çayın ve sohbetin bıraktığı o tarifsiz tatla ilerliyordum. Bulutlar kaybolmaya başladıkça ben kendimi buluyordum…