Kelam çizgisinin hudutlarını aştığının farkındayım buhranlarımın. Yine de kaleme anlatmak istiyorum siyah, sisli gökyüzümü. Bir döngüde kapana kısılmış feryatlarını duymaktayım hâlsiz düşen ruhumun. İçimde susturulmuş haykırışlar ayyuka çıkmaktayken büsbütün özgür bırakma hevesindeyim zamanın sahibine biriktirdiğim utançlarımı. Gönlümde bitmeyen zelzeleler hüküm sürmekte… Fakat fay kırıkları değil beni adım atma gücümden mahrum bırakan. Hayal kırıklıklarım daha ziyade.
Ben bunları düşünürken bir damla daha düşüyor uzaklarda. Bir çocuk aç giriyor dökük yatağına. Bir anne ağıt yakıyor yitirdiği canı oğluna.
Neyin ezgisine karışıyor ruhum… Huzura vardım zannediyorum. Yanılıyorum. Bilakis daha derince perişan oluyorum utançlarım yüzünden. Neyin ezgisine kapılıyor ruhum? Bu telaş… Neyin nesi?
“Aklını mı oynattın?” bakışları engel olamıyor gözlerimde vücut bulan kara kalemden kıyamet sahnelerine. Yalnızlığım cehennem oluyor. Kimsesizlikten değil bu yalnızlık; bendeki beni ararken bensizlikten. Buz gibi yakıyor bu cehennem. Yine de seviyorum bu acıyı. Ne de olsa “ben”in manasını ararken eritiyor beni…
Ben bunları düşünürken bir adam sımsıkı sarılıyor sevdiğine nazır İstanbul Boğazı’na… Boğaz yanı başına sokulup put gibi bekliyor. Adam denize sarılıyor; kadın ürkek dalgalarda sürüklenerek uzaklaşıyor…
Düşünceler bir karadelik gibi çekerken içine yarım aklımı, tekdüze dünyanın sesleriyle irkiliyorum. Yüreğimdeki bir çırpınışın beynimde fırtınalara sebep olduğuna şahitlik ediyorum. Erteliyorum cevap veremediğim sorularda boğulma faslını. Çaresizim… Tekrar dönüyorum doğal dünyaya. Doğal “afet” dünyasına…
Yazan: Düşen Ünsüz