(Ah ne güzelsin sen… Hep böyle kal çocuk, sakın büyüme.)
Bilmem kaçıncı yaşımın, kaçıncı günündeydim. Kaçıncı akşamımın hangi rüzgârı savurdu beni bu meyhaneye bilmiyorum. Bu yıkık, bu dökük, kalbim gibi viraneye…
Saatler önce mi gelmiştim buraya? Belirsizliğin içinde dolanıyor ara sıra bir garson. Üstündeki kir mi duman mı seçemediğim bir bulanıklık denizinde….
Duyuramıyorum sesimi. Belki de bağıramıyorumdur. Çünkü bir düşün içinde avaz avaz susuyorum. Yaklaşsa uzatıp elimi, soracağım ona: “Ne kadar zaman oldu buraya geleli? Neresi burası? Ben mi getirdim kendimi buraya, yoksa yanımda biri mi vardı?” Hatta “Kimim ben?” diye soracağım ona. “Bildin mi beni?”
Bu karanlık, bu kasvetli, bu tavanı basık, bu camları bir düşten daha buğulu hapishaneye neden geldiğimi hatırlıyorum şimdi. Neden hatırladığıma hayıflanıyorum. Etten, kırmızı, uçsuz bucaksız bir mezarlık oldu yüreğim. Kaç sevdiğim yatıyor orada; unutmak istiyorum…
Ölüm… Kara bir el gibi sıkıyor boğazımı. Ağlayamıyorum.
Biraz hava alırım belki diye düşünüp dışarı attığım bir ben, bir de kendim yan yanayız şimdi. Karanlık sulara dalıyor düşüncelerimiz. Yüzme bilmediklerini hatırlarken, yakaladığım düşüncelerim beni hıçkırıklara boğuyor.
İşte yaklaşıyor kısa boylu, bıyıklı bir garson. Düşümdekiyle aynı olmadıklarını fark ediyorum.
“Neden öyle ağladın be abi? İçime dokundu.”
“…”
“Nedir seni bu kadar dertlendiren? Saatlerdir şişelere vurdun kendini.”
“…”
“Hadi gel içeriye, işim bitince evine bırakayım seni. Hatırlıyorsun değil mi evini?”
İstemiyorum eve gitmek. Bıraksalar bu sulara baka baka ölebilirim be garson. Bıraksalar her şeyi unutabilirim. Ama bırakmıyorlar. Düşmüyorlar yakamdan. Düşmüyor ölüm, tıkanan boğazımdan. Hem ben ölmeyi bile beceremiyorum. Seni “garson” diye düşündüğüm için özür dilerim. Soramıyorum adını. Hem neden bana yardım etmek istiyorsun ki? Kim yardım eder düşmüş bir adama bundan sonra?
Midemin bulantısıyla içeri giriyorum. Başım dönüyor. Tutuna tutuna ilerlediğim bir aralıktan geçiyorum. Kirden, pastan yapılma bir musluktan akan suyla yüzümü yıkıyorum. Başımı kenarda duran bir masaya yaslayıp ağır kokular içinde kendimden geçiyorum. Yanı başımda fısıldayan bir sesle açılıyor gözlerim. Başka bir ses duyulmuyor. Garip bir koku geliyor burnuma o an. Islak yerlerin üzerinde dizili bir düzine masaya, masaların üzerlerinde ters çevrilip duran sandalyelere takılıyor gözlerim. Başım çatlayacak gibi ağrıdan.
“Hadi abim. İyi oldun mu biraz? Kalk da seni evine bırakayım.”
“Neden yardım ediyorsun ki bana? Atsaydın beni keşke karanlığa. Alışkın değilim senin gibilere ben.”
“Deme öyle be abi. Senin gibilere alışkınız biz. Günde kaç kişi gelir buraya bilir misin ki sen? Kaç kişi sabahı karşılar böyle, senin gibi.”
“Demek alıştınız, demek çok benim gibiler. Ah be çocuk! Ölmek de güzel bir alışkanlık bence. Ama herkes beceremiyor işte.”
“Bırak abim şu ölüm meselesini. Tek dertli sen misin ki? Hiçbir şey için uzun süreli kahrolmaya değmez bu hayatta. Düştüğün gibi kalkmasını da bileceksin!”
“Şair gibi konuşuyorsun be çocuk. Keşke demek için artık çok geç, biliyor musun? Yaşayan bir ölü, senin şu anda gördüğün bu bitik adam.”
“Mekânı kapatmalıyız artık, sabah olmak üzere. Tutun hadi bana. Tutun da gidelim. Evine bırakayım seni. Ya da bir tanıdığın varsa gitmek istediğin, oraya götüreyim. Uyumalısın. Unutmalısın. Başka türlü iyileşemez insan.”
“İyileşmek diyorsun, nasıl bir hastalık ki bu akşam çökerken yakalıyor insanları. Buraya getiriyor. Gecenin en koyu saatlerinde bir humma gibi sarıyor etrafını. Saatler sonra gözünü açtığında evine gidiyorsun ve uyuyorsun. Sonra hemen iyi oluyorsun. Hepsi bu mu?”
“Tam olarak böyle denemese de onun gibi bir şey. Dert varsa, unutmak gibi de bir ilaç var. Hem başka türlü nasıl yaşayacaksın?”
Bu delikanlının koluna girmekten başka bir çarem yok. Adım adım ilerliyoruz bu nem kokulu odadan. Dışarıda bir direğe yaslanırken ben, kilitliyor kapıyı usulca. Bir dakika…
“Adın neydi senin? ‘Çocuk’ diye seslendiğim için bağışla.”
“Estağfurullah abi, o nasıl söz. Gerçi çocuk sayılsam da hayat büyüttü bizi be güzel abim. Adım ‘İlyas’ benim. Bozkırın bağrından kopup gelmişiz yıllar önce. Ben çok küçükken yani. Babam burada aşçıydı. Üç yıl oldu vefat edeli. Sana ömür. Patron güvenir bana sağ olsun. Her sabaha karşı yerleri silip Allah’a emanet ayrılıyorum buradan.”
“Ah be İlyas, ne güzel yüreğin var senin be oğlum.”
“Sağ olasın abi. Gidelim mi artık?”
“Gidelim tabii, gidelim. Arabam iki sokak ileride. Bu hâlde kullanmayayım, istersen taksiyle gideriz benim eve.”
“Arabam olmasa da ehliyetim var abim benim. Kullanırım arabanı, müsaaden olursa.”
“Amma da yaptın be çocuk. Bak yine ne dedim İlyas. Sür tabii ki. Ayıp ettin. Şu kahrolası dünya senin yüreğinin hatırına dönüyor be yavrum, sür gitsin!”
Yavaş yavaş ayrıldığımız rıhtımdan, biraz daha hızlı adımlarla ilerleyip arabaya biniyoruz. Evim çok uzakta değil. Gitmek istediğimden tam olarak emin değilim. Bu iyi çocuğa nasıl denilir ki şimdi bu. Onun hatırına ilerliyoruz bu bomboş yollardan, onun hatırına unutacağım diyorum her şeyi. Unutacağım, gömeceğim maziye; benim gibilerin yaptığı gibi.
Yarım saat olmadan vardığımız çıkmaz sokağa arabamı park ediyor İlyas. Aceleyle iniyor arabadan. Kapıyı açmak için yönelirken benim kapıma, ondan önce davranıp iniyorum arabadan. Usulca kapatıyoruz emektar arabamın kapılarını. Usulca yürüyoruz kahverengi bir apartmanın demir kapısına. Anahtarıma ulaşmak isterken açık olduğunu fark ediyor İlyas, demir kapının. Dar merdivenlerden usulca çıkıp, usulca çeviriyorum anahtarı kilit içinde. Sanki bir bebeği uyandırmaktan korkar gibi, sanki bir karınca yuvasının üzerinden geçer gibi usulca geçiyoruz loş bir odanın içine. Elektrik düğmesini çevirdiğimde yüzünü daha net gördüğüm İlyas, gülümsüyor şimdi, güzel bir düşten fırlamış gibi duran sevimli yüzüyle. Kısacık boyun, incecik bıyıkların ve tertemiz yüreğinle dünyama ne de güzel de giriverdin böyle ansızın be çocuk. Nasıl da kirlenmemişsin bu vefasız insanların içinde sen…
“Mutfağın nerede? Bir çay yapayım mı sana abim? İç şöyle sıcak sıcak. İyi gelir midene.”
“Yok be İlyas’ım. Sağ ol, var ol hep sen. Nasıl bir iyilik yaptın bu gece sen bana, başka bir şey istemem. Nasıl ödenir ki hakkın?”
“Öyle söyleme abi. Mahcup oluyorum. Ne yaptım ki? Bıraksaydım da ağlamaktan ölse miydin oralarda? Hem kaçırabilirlerdi de seni. Allah korusun. Bir sürü kötü niyetli insan var. Belli mi olur.”
“Haklısın be çocuğum, ne denir ki. Hadi sen de git evine artık. Adresimi biliyorsun. Gel ara sıra ziyaretime. Unutma beni.”
“Unutmam abi, merak etme. Sen de gel bizim mekâna, fırsatın olduğunda. Ağlamak için de olsa gel. Ama o kadar da ağlama. Gerçekten değmez. Gideyim artık ben. Anam merak eder, sabah ezanı okundu. Bak ne unuttum. Adını sormayı. Adın ne ağabeycim senin?
“İyi geceler İlyas’ım. Adım ‘Ümit’ benim. Unutma beni.”
“Hoşça kal Ümit ağabeyim.” dedi ve geldiği gibi usulca çekip gitti İlyas. Adım “Ümit” artık benim, güzel yürekli, iyi yürekli İlyas’ım. Sen ve senin gibiler var oldukça adım hep “Ümit” benim…