Sağlı sollu kavak ağaçlarıyla kaplı yolu yürüyeli henüz birkaç dakika olmuştu. Arkasına dönüp baktığında, yürürken hiç fark etmediği yolun güzelliği karşısında adeta büyülenmişti. Teyzesinin anlattığına göre henüz altı aylık bir bebekken at arabasıyla götürmüşler onu bu yoldan. O sırada uyuyor muydu yoksa uyanık mıydı? Bir bebeğin gözünden nasıl görünüyordu acaba bu yeşillikler, bu dünya?
Artık kırk yaşını dolduran, kocaman bir yetişkindi şimdi. Doğduğu bu coğrafyaya olan merakını yenemeyip yaklaşık bir buçuk gün süren zorlu yolculuğunu tamamlamıştı. Gözlerini ufka dikip derin bir nefes almış, nefesi bir süre içinde tutmaya çabalamıştı. Fakat nafile, sanki bütün bedeni bir kalp olmuştu da durmaksızın atıyordu.
Karşıdan görünen birkaç evde bir hayat belirtisi olabilir miydi? Hareket hâlindeki karıncalar, çiçeğe durmuş ağaçlar, hiç susmayan kuşların şarkıları… Uyanan doğa içini huzurla doldurmuş olsa da evlere yaklaştıkça yıkılan duvarları, duvarları kaplayan sarmaşıkları, küflenmiş demirleri, yosun kaplı eşyaları görmek içini sızlatmıştı. O sızıyı yakıp kavurmuştu sanki, içine akıttığı göz yaşları…
Neden daha önce söylememişti acaba teyzesi, neden onu aramamıştı. Arayıp bulamamış olabilir miydi? Neden milyonlarca, milyarlarca insan dururken kendi başına gelmişti bütün bunlar? Bir türlü kabullenemiyordu. Teyzesinin vefatından ve aylar süren bir yolculuktan sonra eline geçen o zarf, içinde bir sürü belge ve anılarla dolu mektuplar ile çapraz astığı çantasındaydı şimdi. Dokundu zarfa, gözleriyle dağları izledi. Elini hiç çekmek istemedi zarfın üzerinden.
Teyzesinin mektupta yazdığına göre gencecik yaşında ahırda çıkan bir yangında ölen annesi ve babasına mı ağlamalıydı şimdi? Yoksulluğundan ona bakamayan teyzesine mi? Başka bir ülkeye götürülüşüne mi? Hangisine daha çok gözyaşı dökmeliydi? Birine daha çok üzülse diğerleri kırılır mıydı acaba?
Mektupta anlatılanlara göre dağ manzaralı bir evleri vardı, bir tepeciğin üzerine kurulmuş. Evin kapısından aşağıya doğru biraz yürüyünce bir dere çıkıyordu karşınıza ve üzerine minik bir köprü yapılmıştı. Belki yüz kez tekrar tekrar okuyup ezberlediği mektuptaki cümleler adeta canlanmış, etrafında bir sürü ev belirmişti. Dereyi, köprüyü, evlerin çiçekli bahçelerini, oradan oraya koşuşturan çocukları, çeşmeye suya giden genç kızları, bu kızların peşine takılan oğlanları, köyün kahvesini, ulu çınar altında şıngırdayan çay bardaklarını, ikindi vakti kapı önünde oturan kadınları, çırpılan kilimleri, eşinen tavukları, gün doğmak üzereyken öten horozları, yarılan karpuzları, mis kokusuyla etrafı saran ekmekleri… Her şeyi ama her şeyi bir bir görüyordu şimdi. Gözlerini kapatmış sesleri dinliyordu, kokuları hissediyordu. Elini uzatsa alabilirdi o bir dilim ekmekten, bir duvarın gölgesine uzanmış köpeği sevebilirdi, çeşmeden kana kana su içebilirdi. Tarlaya giderdi belki babasıyla. Anasıyla çamaşır çitilerdi. Arkadaşları olurdu, belki bir yavuklusu…
Gözleriyle göremediği dereyi kalbiyle görmüştü, köprüden eğildiğinde içindeki minik balıkları da. Sağ elinin parmak uçlarını dere gibi kuruyan dudaklarına götürdü. Suyunu yanına almadığına üzüldü.
Yavaş yavaş dönmeye başladı. O döndükçe değişen manzarayı zihnine kazıyordu. Büyük olasılıkla tekrar gelemeyeceği bu unutulmuş coğrafyada tüm dağları, tepeleri, gökyüzüne uzanan ağaçları ezberlemek istiyordu. Bir süre sonra yorulup olduğu yere çöküverdi. Dakikalardır tuttuğu gözyaşları istemsizce iniyordu yanaklarından aşağı. Oysa hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu.
Üzerine ellerini koyduğu topraktan ve onun eşsiz kokusundan güç alarak ayağa kalktı. Hırkasının kollarıyla gözlerini kuruladı. Kavaklı yola doğru yürümeye başladı. Bakmıyordu arkasına, çünkü bakarsa her şeye, bütün bunlara yeniden başlamaktan korkuyordu. Bir kısır döngü içinde hapsolmaktan korkuyordu.
Yolun sonuna geldiğinde önce onu sessizce bekleyen arabasına kavuştu. Sonra da onu bekleyen bir sınıf dolusu minik kalbe doğru yola çıktı.