Hastanenin bodrum katındaki küçük ve pencereleri demir parmaklıklı odada beş kişi yatıyorduk. Loş odanın devamlı lambayla aydınlatmasına kıyamadığı için her gün içeriye girmeyi deneyip beceremeyen güneşin, öğleye doğru camlarımızı yalayıp geçmekten başka çaresi yoktu. Dışarıda gördüğümüz tek canlı, pencerenin önüne oturmaya gelen sarı kediydi. Onun için toprak düzeyinde olan pencere, bizim için kollarımızı uzatamayacağımız yükseklikte olduğundan sadece “Pisi pisi,” diyerek sevgimizi gösterebiliyorduk. Oysa o günlerde onu okşamak için neler vermezdim. Hastaneye ilk geldiğim gün, oda kapımızın önünde gördüğüm kediyi sevmeme geçit vermeyen kelepçeli ellerime bir de polisin attığı tekmeye kahrettiğimin bin mislini, her gün o yukarıdaki küçük demirli pencereye yollayıp durdum.
Önceleri dört kişiydik. Sonradan geldi o gelmez olasıca kadın. Beni, kanamam durmadığı için mecburen yatırmışlardı. Oysa daha menopozun sıkıntılarını atlatamamıştım. Kadın doğduysan hiç rahat yok bu dünyada. Tam her şeyden kurtuldum derken…
Halime dışında diğerleri ayrı hapishanelerdendi. Birinin ağır bir ameliyatla yumurtalıkları, rahmi alınmıştı. Serum bağlı olmasa ölü zannederdi gören. Onunla hiçbir iletişim kuramıyorduk. Diğeri, üçüncü evre yumurtalık kanseri olduğunu yeni öğrenmişti. Yani hepimiz bel altımızdan vurulmuştuk. Ortak bir özelliğimiz de kocalarımızı öldürmüş olmamızdı. Ama Halime daha evlenmemişti. Aynı koğuştandık.
Yirmi yaşında, bedeni diri, bakışları ölü bir kadındı. Halime. Ağabey dediği halasının oğlunun tecavüzüne uğramış. Ne kadar karşılaşmamaya, yalnız kalmamaya çalışsa da becerememiş. Tecavüzler artıp dururken Halime’nin dudaklarını adamın tehditleri mühürlemiş. Ama elleri isyan etmiş en sonunda. Bir ekmek bıçağıyla buluşan elleri… Hapse girdiğinde hamile olduğunu bilmiyormuş. Öğrendiği zaman yanındaydım. Bir insan nasıl ağlama krizi geçirir o zaman gördüm. Hemen kürtaj yaptırmak istediğini iletti hapishane yetkililerine. Yasakmış… O zaman bir kez daha yıkıldı Halime. Tuvaletten çıkmaz oldu. “Kızım hadi!” diye diye bir hâl olduk. Koğuş hanım ağası koğuşa bir bebek geleceği için çok heyecanlanıyor, daha önce tuvalet temizliği dâhil her işi yapan Halime’ye hiçbir iş yaptırmıyordu. Halime’nin canı ne çekerse onu yemek zorunda kalıyorduk. Böyle böyle iki ay geçmişti ki bir gece canhıraş bir sesle uyandık. Halime’nin tuvalette neden o kadar çok durduğunu anladık. Firkete, toka, eline ne geçerse kullanıp bebeği düşürmek için uğraşıp durmuş meğer.
Hastanenin bodrum katındaki o küçük, demir parmaklıklı odanın, kürtaj odasının yanında olduğunu hangimiz bilebilirdik? Halime’nin çığlıkları hâlâ kulaklarımda. Canlı canlı, bayıltmadan, hiçbir uyuşturucu vermeden, etinden et, canından can kopararak almışlar bebeği. Almasalarmış Halime ölecekmiş. Devamlı “Ben zaten ölüyüm,” diyen Halime’nin adamın daha ilk tecavüzünde öldüğünü nereden bileceklerdi?
Odaya getirdiklerinde yüzündeki sarı rengi, daha önce sarının hiçbir tonunda görmemiştim. Tir tir titriyordu. Kapı önündeki polislerden bir battaniye istedik. Hastane çalışanları “Yaz günü kaldırdık battaniyeleri,” yanıtı vermişler. Hepimizin pikelerini, hatta o ölü gibi yatan kadının üstündeki pikeyi bile alıp Halime’nin üstüne örttük. Bir türlü durduramadık titremesini. Titreyen çenesiyle ritimli dudaklarının arasından çıkan “Bebeğim,” sözcüğünü de…
Sanki o değildi aylardır bebek düşsün diye kurcalayan. Gözyaşları ip gibi akıyordu. Kendi derdimizi unutmuş sadece onunla ilgileniyor, dil döküyor, sarılıyor, öpüyorduk ama hepsi boşunaydı.
İşte tam o sırada girdi içeri o uğursuz. Neymiş efendim; rahminde yakılarak geçmeyen yaralarının kontrol altına alınması gerektiği için yatırmışlarmış onu. Gelmeden önce tuvalete girdiğinde yerde gördüğü böbrek şeklindeki iki madeni kapta duran, kürtajla alınmış avuç içi kadar ceninlerden biri yoksa Halime’nin bebeği miymiş? Birinin bacağı, diğerinin kolu kopukmuş. Koridorlarda gezen kediler belki de onları çoktan midelerine indirmişlermiş.
Tüm bunları büyük bir heyecanla hatta zevkle anlatan başına dikilmiş kadının inip çıkan koca memelerini var gücüyle ittiren Halime, kapıya doğru hışımla koştu. Sanki az önce öleyazan o değildi. Kilitli kapıyı yumruklayıp tekmeleyerek “Açın kapıyı, açın! Ben bebeğimi istiyorum, bana bebeğimi verin!” diye bağırıp ağlamaya, tepinmeye başladı. Zorla yatağına götürdüğümüzde şiddetli bir kanamasının başladığını kırmızı eşofmanın üstüne aynı rengin koyusunun dalga dalga yayılmaya başlamasıyla anladık. Kapı açıldı. Gelen polislere durumu anlattık. Biraz sonra gelen hemşirenin taktığı sakinleştirici ilave edilmiş serum, Halime’yi odadan uzaklaştırdı. Biz biraz rahatlarken o kendini bilmez kadın, sanki çeyiz yetiştirircesine harıl harıl dantel örmeye devam etti.
Halime, biz uyuyana kadar kendine gelemedi. Sabah saat altıda kahvaltı için kapı açılıp ışıklar yandığında gördük Halime’yi. Karyolasının demirine bağladığı serum hortumunu boynuna dolayarak nefessiz kalana dek bacaklarının tüm gücüyle kendini yatağının ayakucuna çekmiş, kalan son nefesini, çarşafı yırtarak yaptığı bez bebeğine sarılarak vermişti. Kahvaltıyı getirenler koşarak haber vermeye çıktılar. Bir doktor gelip ölüm raporu yazdı. “Morga götürün,” dedi yanındakine. Biraz sonra iki görevli bir sedye ile geldiler. Bez bebeği yere atıp serum borusunu keserek Halime’yi sedyeye aldılar. Bez bebeği kaptığım gibi arkalarından koştum. “Bunu da koyun mezarına n’olur!” diye seslenmemin üstüne ağır oda kapısı kapandı. “Hapisten çıktığım gün mezarını bulup yavrunu koynuna koyacağım, söz sana Halime,” diye ağlayarak yatağıma giderken sonradan gelen kadına gözüm ilişti. Halime’nin kahvaltılıklarını da almış büyük bir iştahla yerken bir yandan da “Hep aynı şeyler, bari burada kahvaltıda değişik bir şeyler verseler canım,” diye söyleniyordu.
Sayı: 61