Eleştiri ve öz eleştiri kültürünü öncelikle spor üzerinden kısmi olarak incelemeye çalışmak istiyorum. Geçtiğimiz günlerde Yunanistan basketbol kulüplerinden birinin başkanının yaptığı açıklamayı okudum. Takımı kazanmıştı ama hiç memnun değildi. Hakemin yardımıyla kazandık, böyle kazanacaksak vah hâlimize diyordu. Bizdeki başkanlarla kıyas ediyorum da arada yüz seksen derece fark var. Bizimkiler ise hakemi kendi yanlarına almadan maç kazanılamayacağını en azından hakemleri suçlayıp sonraki maçlarda psikolojik bir avantaj elde etmenin başkanlığın temel görevlerinden olduğunu sanıyorlar. Balık baştan kokuyor. Başkan böyle olunca teknik adam da böyle futbolcu da böyle oluyor.
Yunan başkana dönecek olursak; yaptığı ders gibi açıklamada hakemin kendi lehlerine verdiği kararları basketbollarının gelişmesine mâni olacağını söylemek istiyordu. Böyle maç kazanılırsa aptalca ve zayıf bir basketbolun kaçınılmaz olduğunu, giderek düşeceklerini öngörebilen bir spor adamının düşünceleriydi bunlar. Hastanın iyileşebilmesi için önce hastanın kendisinin hastalığını bilmesi lazım. İçinde bulunduğu vahametin farkına varmış, bunu söyleyebilen, iyileşmenin ancak böyle mümkün olduğunu kavrayabilmiş görünüyordu. Başkan sorumlu olduğu kulübün bu çukura düşmemesi için çalışıyordu. Pek iyi tanımıyorum ama takımının nasıl gelişeceğine dair temel ilkelere hâkim örnek bir spor adamı gibi göründü bana. Sanırım sadece Yunan kafası değil bütün Batı kafası böyle işliyor.
Peki bizde neden bunun tam tersi bir mantık ve/veya his ortaya çıkıyor? Neden hep günü kurtaralım yarına bakarız kolaycılığı hüküm sürüyor? Ben böyle bir açıklama yapan bir başkana, bir direktöre ülkemizde hiç rastlayamadım. Hep bir “biz hak ettik ama hakkımız yendi, biz iyiyiz güçlüyüz onlar kötü.” kültürü… Bencillik, bizcilik, ego. Bugün bir şekilde ite kaka belki bir hakem hatasıyla ya da doğrudan ayarlanmış bir hakemin taraflı tutumuyla kazanan bir takımla nereye varabileceğini sanıyorlar? Yerel ligde böyle allem etmekle kallem etmekle başarılı olundu diyelim, karşılarına gerçek bir takım, gerçek bir hakem çıktığında ne yapacaklarını hiç düşünüyorlar mı? Türk takımlarının Avrupa’da parça parça edilip geri gönderilmesi bundan olabilir mi? Hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz, demiş Shakespeare. İstediğiniz kadar para harcayın, en iyi adamları getirin, altyapınızı düzeltin, kendi hastalığınızın farkına varmadığınız sürece, duymak istemediğiniz sürece iyileşemezsiniz, daha iyiye gidemezsiniz. Ne öz eleştiri yapıyorlar ne de eleştiriye kulak asıyorlar.
Örneğin bizim büyük futbol takımlarından birinin aleyhine bir penaltı çalınsa saatlerce televizyonlarda konuşuluyor. Büyük takım diyoruz ama ben büyük bir takım göremiyorum. Büyük takım dediğin şuna benzer bir şey olmalı; her maçta aleyhine çalınan penaltıyı sayılmayan golünü dert etmeden yaptığı işi öz güvenle yapan, kaybettiğinde hakem kararlarına sığınmadan samimiyetle iyi olmadığını söyleyebilen, kazandığında ise eksi bire rağmen kazandığını söylemeyen takım büyük takımdır. Kendisine şöyle diyecektir; yine avans verip bu zayıf takımı yendim. Şimdi kendi sıkletimden bir takımla boy ölçüşmeye bir adım daha yaklaştım.
Sporda böyleyse siyasette hayli hayli böyledir. Sporun kuralları siyasetin muğlak kurallarının yanında berrak sayılır. Bizde herhangi bir yerde bir yöneticinin kendisini eleştirdiğini görmek mucize. Bu bir dernek başkanlığı da olabilir, bir okul rektörlüğü de bakanlık da. Herkes kendi döneminde yaptığı işleri anlatırken ballandıra ballandıra anlatıyor: İşini herkes iyi yapmıştır. Bana sorarsanız burada bir durmak gerekiyor. Bir adam işini iyi yaptığını söylüyorsa ona teşekkür etmeliyiz. Evet madem sen işini iyi yaptın, görevini tamamladın o hâlde. Senin yapacakların bu kadar olmalı, sen çekil de şimdi başka iyi şeyler yapacak başka biri gelsin.
Kendisini eleştirmeyi bilen bir adam ise neyi iyi neyi kötü yaptığını bilebilecek kadar feraset sahibi, bunu söyleyecek kadar dürüst biri olarak dikkate değerdir.
TV’lerde dönüp duran yemek programlarını hatırlayın. İnsanlar kazanmak uğruna sinir krizleri geçiriyorlar. Eleştirinin sataşmaya döndüğü, öz eleştirinin esamisinin okunmadığı bu çirkin programların hâlâ izleniyor olmasına şaşırıyorum. Başkasının yaptığı iyiyi takdir edemeyen, kendisini geliştirmeye kafa yormayan hatırı sayılır bir izleyici kitlesi var demek ki. Bükemediğimiz bileği öpelim demişiz. Ama bileği bükemediğimizi kabul etmiyoruz baştan. Batı televizyonlarında belli bir alanda ustalıkların yarıştırıldığı yarışma programlarını da izledim. Arada yine büyük bir fark var. Elenen hemen her yarışmacı elenmeyi hak ettiğini söyleyerek ayrılıyor. Ne depresif bir hâle giriyor ne de üzülüyor bunun için. Yaptığı işten keyif, edindiği tecrübeden ders alıyor.
Bu dünyada ne kadar zamanım kaldı bilmiyorum ama bu yazı için zamanım doldu. Son olarak “Torpil olmadan, araya adam koymadan yaşayamaz mıyız?” diye sormak istiyorum. İnsana düşen, gerektiğinde toplumun yanlış kuralını değil kendi doğru kuralını uygulamak değil midir? Bir yere bir başarıya layık isek o kendisi doğru zamanda doğru yerde bizi bulacaktır. Eğer buna inanmayan insanlarsak kavramsal olarak inancımızda bir sakatlık var demektir.
Kendi kötü eğitimimizi fark edememiş, yeni nesilleri de öyle yetiştirmiş bir toplumuz. Bunun sebebi de muhtaç olduğumuz kudret kadar damarlarımızda akan asil kanda mevcut olsa gerek.
Sayı: 62