İki şey: Ne olduğu hiç fark etmez, insanın canı yandığında iki şey yapmalı. Ya en acısını tatmak için bastırmalı yarasına –böylece sıradan acılarına alışabilmeli- ya da eline geçtiği bütün ağrı kesicileri yutmalı -ki böylece insanı çıldırtan belirsizlikten kurtulmalı- Benim tercihim ilkinden yana. Acı eşiğinden atlamak ve huzura düşmek!
(Yalan! Hiçbiri gerçek değil. Ben hiçbir zaman çıkamadım tutsaklığımdan. İnsan yaşıyorken özgürdür, diyor ya şair, ben yaşıyor muyum ki? İnsan, kendi zihninde tutsaksa yaşamak mümkün müdür? Ölmek? Ölüp kurtulunabilir belki bu tutsaklıktan? Ölmek hakkım olmalı. Ama yok! Ölmek kolay olanı, yaşamak ve yaşam boyu yaşayamayanlara yardım etmek gerçek insanlık! Neden böyle düşünüyorum? Neden başkalarına yardım etmem gerekiyor? Ölmek kolay olanı ise neden bunu yapmıyorum? Zihnimin içinde ne acılar çektiğimi kim biliyor? Sağlıklı gözüküyorum, mutlu gözüküyorum, iyi besleniyorum, iyi giyiniyorum bu yüzden tüm bunlara ulaşamayanların hakkı var bende! Haklarını vermeliyim. Ama ya ruhum? Ya aklım? Acı içinde. Kim yardım edecek bana? Neyse… Şimdi geçelim bunları… Sözün özü: Ne özgürce ölebiliyorum ne de özgürce yaşayabiliyorum… Tek kelime: Tutsaklık! Öyleyse söylemeliyim: Eğer hiçbir acı hissetmek istemiyorsak, büyük bir acıya yaklaşmaya karar vermeliyiz: Müntehirlerin son anlarındaki rahatlığına bakın.)
Hayatım yaşanmaya değer mi? Bir filozofun sorusu, benim değil: “Yalnızca gerçekten ciddi tek bir sorun vardır: İntihar. Yaşamın, yaşanmaya değip değmeyeceğini düşünmek…” Evet, o bu konuyu daha aydınlatıcı açıklayabilir. Ben de hayatım süresince açıklamaları anlamakla uğraştım. O kadar çok durmuş olmalıyım ki bunun üzerinde, başımdan böyle bir olayın geçmesine şaşmamalı. Şimdiyse derdim bunu size anlatmak çünkü ancak böyle anlayabilirim. Çünkü biliyorum ki isterse karşımda dünyadaki tüm insanlar olsun ve onlara ne olursa anlatmaya kalkayım, yine de kendime anlatırım. Anlatırken başka insanları muhatap almamız sadece kendimizi sınırlamak ve düşüncede daha sistematik ilerlemek içindir.
Ve ben de bugün de düşünüyor, oyalanıyor ve etrafı seyrediyordum… Tiyatronun yanına gelmiştim. Tam geri dönüyordum ki; 20’li yaşlarda bir kız dikkatimi çekti. Başı bağlıydı. Ve oldukça sade giyinmişti. Sabit bir yürüyüşü vardı – sürekli önüne ya da bazen (galiba sıkılınca) çıkarıp telefonuna bakıyordu. Nedenini bilmiyorum ama bana ‘başka’ bir âlemden dünyaya bırakılmış gibi geliyordu. Nedenini bilmemek mi? Bu mümkün değildi elbette, nedenini biliyordum. Ama bu tamamen hislerle ilgiliydi. Bunu feleğin bilmesini istemiyordum. Bilmesin diye kendime bile itiraf etmiyordum. Onunla ilgili “başka” şeyler hissediyordum işte.
Onda belli bir şekilde umursamazlık vardı: Ani bir fren, korna sesleri, tatlı küçük bir çocuğun yanından geçişi… Onda herhangi bir ilgi uyandırmıyordu. Sadece ara ara telefonunu çıkarıp biraz bakıyor ama orada da ilgisini çekecek bir şeye rastlamıyor olacak ki hemen geri koyuyordu. Onun ilgisizliği benim ilgi alanıma giriyordu. Ama yine de takip etmedim onu, önüne geçip yürümeye devam ettim.
Neden sonra arkamı döndüm. Hızla geçen arabalara yaklaşmıştı, yüzünü göremiyordum. Ona bakarken onu düşündüm uzun uzun. Korkmuyordum, çekinmiyordum. Nasılsa beni umursamayacağını biliyordum ve bu beni özgür kılıyordu. Düşünüyordum ona bakarken, onun hakkında: Bu şehirde olmasa nasıl olurdu? Yine umursamaz mı olurdu? Yoksa mutlaka bir ilgi alanı seçer miydi kendisine? Sonunda bunun fark etmeyeceğine karar verip yürüyüp gitmek istedim, tüm hikâyelerin sonu yeterince uzatılırsa ölümle bitecekti ne de olsa. Tam gitmeye karar vermiştim ki, telefonu yine çantasına koydu ve yoldan yana bir adım daha attı. Sonra bir adım, bir adım ve bir adım daha… Bir anlık şaşkınlıktan sonra yanına koştum, kolundan tutup kaldırama çektim. Düşmemek için bana tutundu. İşte ancak o an yüzüne bakma fırsatı buldum. O an aslında benim onu değil, onun beni tuttuğunu düşündüm.
İnsan eğer gerçekten hissetmişse bu anlatılamaz. Ama yine de o an için hissettiğime en yakın kelime: “Başka” olurdu. Başka şeyler hissetmiştim.
“Gözlüğün varmış” dedim. Büyük kırmızı gözlüğü vardı. İstemsizce eli gözlüğüne gitti. Düzeltti.
“Evet, miyopum” dedi.
“Ben de” dedim
Tebessüm ettik.
Bir süre birbirimize baktık. Yüzünde hiçbir zaman okuyamayacağım, sabit, hissiz bir ifade. Benimse gözlerim kısık, kaşlarım hafif çatık, söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Filmlerde ve romanlarda o kadar sık tekrarlatıldı ki bu bize, onu öpmemem ölüm cezası olabilirdi ve öpmedim.
(bu sondaki cümleyi yazmamış olmak için kanımı akıtırdım fazlası değil, ama bunu itiraf ettiğim için de bileklerimi kesebilirdim neyse…)
Bir süre daha bakıştıktan sonra artık gözlerinde gitme vaktimin geldiğini görmüştüm. Arkamı döndüm. Birkaç adım attım. Ama gözlerim sanki arkamdaydı. Ondan yana gelen her sese dikkat kesilmiştim. Onun öylece orada durduğunu ve bana baktığını hissediyordum. Hiçbir şey düşünmeden geri döndüm. Hala bıraktığım yerde ve arabaları seyrediyordu. Benimle gel dedim. Bu kez o beni takip etmeye başlamıştı. Görmemiştim ama peşimden geldiğini biliyordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Düşünmek de istemedim. Hızlı karar vermem, onu anlamam gerekiyordu. Hiçbir şeye zorlamadım aklımı, özgür bıraktım onu. Artık tüm binalarının yıkıldığı Kuzgundere mahallesinin yanından geçtik. Onca anı, onca birikmişlik silinip gitmişti; yerini yeni anılar, yeni inşalar alacaktı. Bir an için ama çok kısa bir an için belki de kırık dökük bir binanın yıkılmasına mani olduğumu, doğru olanın bırakıp gitmek olduğunu düşündüm. Sonra bu saçma düşünceyi kafamdan sildim. Kırık dökük eski bir bina bile bir saraydan daha değerli olabilirdi.
(Tüm trajediler saraylarda şatolarda olmamış mıydı zaten?)
Meydan. Kalabalığa girdiğimde onu kaybetmekten korktum. Geriye döndüm. O kadar yakındı ki yine göz(lük)- göz(lüğ)e geldik. Gözlüğü rahatsız ediciydi. Onu olduğundan daha donuk ve hissiz gösteriyordu. Çıkarıp yere attım onu. Hiçbir şey demedi. Öyle ki annesinden korkan ama diğer her şeyden daha çok korkan bir çocuk gibiydi. Ayağımı kaldırdım gözlüğünün üzerine. Zar zor döküldü dudaklarından kelimeler:
“Ama gözlüğüm!?”
“Ne olmuş? Beğenmedim” dedim.
Bir şey demedi.
“Kırmamı istemiyor musun?” dedim.
“Hayır, istemiyorum”
Aldım gözlüğü yerden ve:
“Canından olmaya razısın ama gözlüğüne kıyamıyorsun.” dedim.
Bakıştık yine. Gözlüğü ona uzattım. Taktı. Elini tuttum. “Gel” dedim.
O sormuyordu, ben söyledim:
“Buraya kim olmadığımızı görmek için geldik. İnsan hiçbir zaman kim olduğunu bilemez. Bu samanlıkta iğne aramak gibi… Biz de iğneyi bulmaya değil samanları keşfetmeye geldik.”
O sürekli bardağa bakıyor, beni dinliyor gözüküyordu. Bense onu izliyor ve sürekli konuşuyordum. Ne anlatıyordum? Her zaman anlatılacak şeyleri… Tıpkı şu anda söylediklerim gibi tamamen konuşmak için konuşuyordum. Şu an nasıl yazmak için yazıyordum, öyle. Anlamı yoktu ne söylediklerimin, seçtiğim kelimelerimin, ifade ettiğim cümlelerin. Onun anlamayacağı bir dilde bile konuşabilirdim. Çünkü o an tek önemli olan şey konuşmaktı, uzun uzun konuşmak. Ve bunu çok iyi başarırım, hiç susmadan gün boyu konuşabilirdim. Ona bakmak istiyordum. Ne görüyordum onda? Her şeyi mi? Görmek istediğim her şeyi mi? O ne istiyordu? Anlatmaya devam ediyor ve aklımdan bu soruları geçiriyordum. Gereksiz yere konuşmuyordu. Ya gülüyor ya tebessüm ediyor ya da sabit, hissiz bir bakışla bana bakıyordu. “Biranı iç” dedim. Sonra tekrar başladım birayla ilgili hikâyeler anlatmaya. Orada altı saat oturduk. Ben sürekli konuşuyordum. Bir ayda sarf edebileceğim tüm cümleleri 6 saatte konuşmuştum. O ise birkaç kelimelik zorunlu şeyler söylüyordu genelde. “Evet, ben de acıktım.”, “Hayır birayı sevdim.” “Bir tane daha istemiyorum” “Seni dinlemek istiyorum.” “Ben çok konuşurum inanır mısın (burada güldü)” “Bu kadar soğuk bir espriden sonra araba çarpmışa döndüm zaten” (burada bir süre sessizlik…)
Yüz ifadesi donuktu ama göz bebeklerinden ne hissettiğini anlayabiliyordum. Büyüyüp küçülmesine göre ben de konuyu değiştiriyordum. Onuncu bardağımdaydım, normalde en fazla üç bardak içebilirdim. Şimdi anladım ki üçüncü bardaktan sonra bira artık bira olmaktan çıkıyormuş. Atış serbest gibi içiş serbest oluyor. Yeterince alkol alırsanız içkinin tadı dönüşür acısı hafifler, belki de her şey için geçerlidir, her neyse… Sarhoş olmamıştım. Aklımın kontrolü hâlâ bendeydi. Zaten yapı olarak kendimi özgür bırakma alışkanlığım olmadığı için kendimi hep dinç tutardım ve bunu alkol yıkamazdı. Şüphe dinç tutar!
Onuncu biranın sonunda ona şöyle dedim:
Düşünsene belki de bu dünyadaki yaşamına son vermekle kendin için sonsuz bir yaşamı başlatacaksın! Ölümden kurtuluş olmadığı gibi yaşamdan da olmaması… Her şeyi sonlandırmak isteyen biri için ne büyük bir kazık!
Diğer yandan onu ölümden vazgeçirmeye çalışırken; benim de içimde derin bir ölüm arzusu vardı. Gerçi içimdeki ölüm arzusu hep vardı. Ama bir çocuğun elindeki hiç önemsemediği oyuncakla oynadığı gibi ölümle oynamak… İntihara meyilli birini daha da azdırıyordu. Öyleyse neden kurtarıyorum onu? Tek bir cevabı var; en öze dönelim, en öze. Özün özüne, görmek istemediğimiz öze, sakladığımız öze, korktuğumuz öze, arada bir sesini duyduğumuz ama susturduğumuz öze-töze.
Öz:
[Çünkü ona tutunmak istiyorsun, çünkü onun kurtuluşu senin kurtuluşun.
Özler kimi zaman orospu çocuğudur ama doğruyu söyler.
Kalabalığın ortasına kustu. Güzel bir manzara… Bir an da olsa kalabalık bizi fark etti. Ne yani insan sokaktayken şöyle bir öğürme gelip kusamaz mı, yapmayın bu kadar yapmacık olmayın! Ağzını silip güldü: ”iğrenç” dedi. “Bunu temizlemek istiyorum” dedi. Bir gazete alıp olabildiğince temizledi. Gerçekten iğrenç ve saçma bir manzaranın içindeydik. Gerçekten saçma bir manzaranın içinde… Gerçekten iğrenç olan saçma bir manzaranın içinde… İçinde manzara olan saçmalık ve iğrençliğin içinde… İğrençlik. Saçmalık. Manzara. Ve.
Anlamadım. Neden bunu bu kadar dert etmişti? İnsanların onun cesedini temizlemesi daha zahmetli olacaktı hâlbuki.
Uzun süre kusmuğu temizledi. Ona araba çarpınca içi dışına çıkacaktı. Bağırsakları savrulacak. Belki de gövdesi asfaltta ezilip lastiğin kaymasına, başka bir kazaya sebep olacaktı.
Onu izlerken düşünüyordum, gerçekten ölmek güzel olabilirdi: Artık kaygı yok, kendini suçlama yok, kendine haksızlık yok, mücadele yok, hayatta kalmaya çalışmak yok, korku yok, acı yok, belirsizlik yok… Evet, bir yandan bilmediğim bir âleme giriş biletiydi belki ölüm. Belki daha kötü, daha zor ama burasına tahammül etmekten yorulmamış mıydım zaten? Artık gücüm mü kalmıştı? Son gücümü ölüme harcamazsam eğer ve o da tükenirse, o zaman ne yapacaktım? Evet, hayatta en çok korktuğum şey bu değil mi? Eğer ölüme de tutunamazsam elimde ne kalacaktı? Hem birlikte ölmek fikri? Böylece hayatım boyunca yaşadığım yalnızlığı en azından biriyle birlikte ölerek giderebilirdim belki de. Yaşamım istediğim gibi olmadı ama ölümüm olabilirdi belki… Çok mutsuz sonların birinci şartı çok mutlu başlangıçlardır dememiş miydi biri? Çok mutsuz bir başlangıç çok mutlu bir sonu getirebilirdi belki: İntihar! Konuşmasıyla özdeki bilinç dağıldı.]
“Bu zamana kadar yaşamayı beceremeyenler intihar etse belki de dünyada bu kadar umutsuz insan olmayacaktı; bu kadar beceriksiz, mutsuz insan… Ama tabii her şey zıttıyla mümkündü: yaşamayı beceremeyen hastalıklı insan kafasına sıkmasın ki becerenler bunun değerini anlayabilsin değil mi? Düalizm zırvaları… ying yang zırvaları… ”
Karşı çıktım.
“Hayır, o tam öyle değil. Senin dediğin hastalıklı insanlar da aslında…”
Boztepe.
İnsanın en güzel yanı bu, illa bir şey düşünür: “Ne düşünüyorsun?” Büyük bir senaryo vardı kafasında sanki. Cevap vermedi. “Bir yolu var” dedim. O sustukça ben daha fazla amaçsız konuşuyordum. Güldü. Hiçbir şey söylemedi. Artık içimde konuşma isteği kalmamıştı. O da hiçbir şey söylemiyordu. Karşımızdaki manzarada ışıklar yanıp sönüyor, arabalar geçip gidiyordu. Konuşulacak ne çok şey vardı. Ne çok sonsuzluk vardı. Sonsuzluk içinde sonsuzluk, ayrı ayrı sonsuzluk, sonsuzluklarla dolu sonsuzluklar! Bu yüzden susuyorduk. Susuyorduk, çünkü çok fazla söylenecek söz vardı.
İlk defa kafasını kaldırıp uzun uzun yüzüme baktı. Ne gördüm onda? Parıldayan göz bebekleri? Biçimli bir kaş? Hissiz, donuk yanaklar? Biçimli dudaklar? Ya o ne gördü? Ne kadar bakıştık? Neden? Sonu nereye varacaktı? Kafamdaki düşünceler? Durmaz mı? Yolu yok mu? Hiçbir şeyi istemediğini biliyordum? Beni neden istemiyordu? Beni isteyebilirdi? Aynı değil miydik? İkimiz de istemiyorduk? İkimiz de bir şey istemiyorduk? Ne kadar uzardı? Ne kadar sürerdi bu düşünceler? Neden bu kadar hissiz? Neden bu kadar umursamaz? Neden bu kadar yabancı? Neden bakıyor? Neden bu kadar uzun süre? Ben buradayım onunlayım? Neden hala gözlerinde gitmek istediğini görüyorum? Onu güldürebiliyorum? Mutlu edebiliyorum? Onun ilgisini çekebiliyorum? Bana neden bu kadar bakıyor da beni neden görmüyor? Neden çekmiyor hâlâ gözlerini? Ben çekebiliyor muyum? Ne düşünüyor? Bir şey yapmam mı gerek? Bu sorular neden bitmiyor? Bitmez mi? Cevapları yok mu?
Bitmeyen sorular bulunamayan cevaplar.
Hayır dur! Hayır bitirme! Çekme gözlerini! Bu sorunun cevabını bulmam gerek. Neden hep kafamda onca soru var da cevaplar yok?
Neden hep soruyorum ama cevap veremiyorum?
Hayır, yapma!
Hayır, dur!
Bu… Bu hayatımın sorusu!
Her şeyi devirmek istiyordum. Her şeyi! Etrafımda ne gördüysem hepsini paramparça etmek! İnsan kendini ifade edemeyince başka yollar bulur. Dil ile yapamayan şiddetle! Şiddetle yapamayan dille! Masayı devirmek. Bardakları kırmak. Oturduğumuz yokuştan aşağı masayı yuvarlamak… İkide bir gelen garsona okkalı bir tokat atmak… Mekânı dağıtmak, yerle bir etmek! Ama hepsi az kalır, hepsi az! Kendini öldürmek? Az kalır. İnsan, kendini ifade etme biçimi bulamazsa gerekirse atomu bile parçalar!
Orada hiç kıpırdamadan ne kadar durdum bilmiyorum. Bir ses duydum, arkamdaki caminin hoparlöründen gelen bir ses. Darbe teşebbüsüne karşı, tüm halkı sokağa meydanlara davet ediyordu. Allah’ım çıldırmak üzereydim neredeydim ben? Tüm gün başımdan neler geçmişti ve bu saatte caminin hoparlöründen çıkan bu ses? Kafama düşünceler üşüşmeye devam ediyordu. Üzerimde hiçbir kontrole sahip değildim. Hayır, ama delirdiğimi falan hissetmiyordum. Ama bunun açıklaması ne olabilirdi. Sabah öylece sokağa çıkmış, hiç tanımadığım bir insanı ölümden kurtarmış ve muhafazakâr görüntüsüne aldırmadan onunla içmiş şimdi vakit gece yarısına bu kadar yaklaşmışken beni bırakıp gitmiş ve ardından aldığım darbe haberi? Hangi birinin mantıklı açıklaması vardı? Neyse ki daha fazla orada durmadım. Kalktım. Yola çıktım. Birini gördüm. Yanına gittim “Hangi devirdeyiz amına koyayım. Çok kötü şeyler olacak,” diyerek hızlı adımlarla uzaklaştı? Deliren sadece ben değildim sanırım. O adamla birlikte kaygılanıyorduk.
Meydana indiğimde gerçekten sıyırmadığımı anladım. Çünkü bu kadar “saçma” sıyıramazdım. Meydan giderek kalabalıklaşıyordu. Bir karmaşa vardı. Kimse bir şey bilmiyordu. Ben de öyle. Onu bulmalıydım ama nasıl? Kendimi onun yerine koydum ben ne yapardım? Müntehirler ne yapardı? Kalabalığa son kez bakmak olabilir? Son bir vedalaşma? Belki? Ne kadar çok soru işareti var? Her yer soru işareti? İnsanın canını yakan bu? Zihnimi bulandıran bu? Her yer hep soru işareti? Hiç bitmiyor? Yine başladı kaygı? Bitmeyecek? Bu kaygı? O nerede? Ben neredeyim? Neler oluyor? Her şeye son vermeliyiz? Ne saçmalıyorum? Özüme dönmeliyim? Özüm nerede? Korkuyorum? Gözlerimden akan ne? Onu bulmalıyım? Nerdeyim? Allah’ım? Sen nerdesin? Ellerim? Benim mi? Bir yolu olmalı hissediyorum? Bir yol? Ben bir insanım? Sınırsızım? Öyleyse onu bulabilirim? Tüm yapay şeyleri çıkaralım benden? Ruhumla özümle onu bulmalıyım?
Öz:
[Her zaman arayacaksın, bir bok bulacağın yok. Ama aramalısın, devam et. Nereye bakacağını bilmiyorsun. Yürü, sözlerimi dinle. Kalabalığın tam ortasına gir. Herkes bağırıyor değil mi? Bağır? Çık buradan. Boğuluyorsun. Koş, yorulunca yürü, sonra yeniden koş ama hiçbir zaman durma. Hiç durma! Bu zamana kadar zihnini çok yordun, artık bedenini yormanın zamanı koş! Liderinin sözünden çıkmayan Asi!]
Öz haklıydı. Her zaman haklı çıkardı. Onu bulamayacaktım.
Hayır, aptalca karamsarlıklarını kes sikerim!
Sen kimsin?
Eben!
Kes sesini!
Sen kes mantığını çalıştır orospu çocuğu?
Mantık, evet, mantık… İntihar etmek isteyen bir kız… Neden? Bilinenden bilinmeyene? Soru sorma. Bölme! Her şeyden umudunu kesmiş ilgisiz bir kız… Bütün değerlerini de hayatına son vereceği için silmiş bir kız. Ve içinde bulunduğu insanların asla kabul etmeyeceği şeyi ölmek üzere olduğu için yapıyor. Alkol! Sarhoşluk! Ben! Tüm bunları günün sonunda bırakıp gidiyor. Çünkü vakit geliyor. Ölüme gidiyor. Ölüme gidiyor. Ölümü bir arabanın elinde olacaktı. Bir kaza eseri gelmişti dünyaya belki, belki bir kaza sonucu da gidecekti. İntihar aracı özel miydi? Hayır. Herkes, her şey onun ölümü, Azrail’i olabilirdi. Azrail! Her yer her şey AZRAİL! O zaman? Her yer onun ölüm yeri her şey onun katili! Öyleyse? Hiçbir yere gidemezsin. Hiçbir yerde onu bulamazsın! Siktir! Orospu mantık!
Onu ilk gördüğüm yere koşmaya başladım. Her yerde olabilirdi! İntihar etmeye kalktığı o yerin onun hayatında bir anlamı olmasını istiyordum. Ancak bu hâlde bir ihtimal bulabilirdim onu. Yıkık Kuzgundere mahallesinin üstündeydim, köprüde. Yarı yıkılmış bir evde bir beyazlık gördüm. Oydu! O olmalıydı! Bu saatte yıkık bir evde herkes evine kapanmışken sadece o olabilirdi. Onun olmasını o kadar çok istiyordum ki! Koştum! O evin yanına gittim. Çok sessizdim! Onu anında yakalamak istiyordum. Bir avcı gibiydim! Sessizce dolaşırken yerde bir kırmızılık gördüm. Biraz daha yaklaşınca su birikintisini kırmızıya döndürmüş şeyin o olduğuna emindim. Biraz daha yaklaştım. Yağmurun ve rüzgârın etkisiyle dökülmüş bir boya kabı. Kırmızı.
Kırmızının üzerine yattım. Üstüm başım kırmızı. Eğer bir yerlerde Tanrı varsa bunun başka izahı olamazdı, benimle alay ediyordu.
Tanrıya meydan okurcasına kalktım ayağa. Tekrar koşmaya başladım. Koştum. Nefes nefese kaldım. Durmadım. Koştum. Yere düştüm, taşlar ayağımı kesti. Düşünce dinlendim saydım, koştum. Onu ilk gördüğüm yere gittim. Kimse yoktu. Bekledim. Arabalar hep geçiyordu. Arabalar sabaha kadar hep geçti. Kimse gelmedi. En sonunda uyku o kadar ağırlaştı ki bedenim de ona teslim oldu.
Uyandım.
Kendimi öldürmek istiyordum. Niye? Sırf kendini öldürmek isteyen insanlar var diye! Hayır, sadece bunun için değil! Dünya bu kadar boktan bir yer diye. Savaştaki çocuklar için, aç insanlar için, savaşta ölen çocuklar için, yoksullar için. Dünya denen geminin düzeninde daha fazla sahip olabilmek için başkalarını o gemiden dışarı atman, yerlerini işgal etmen gerekiyor diye! Bu düşünce nereden gelmişti aklıma? Ne ilgisi vardı?
Çok vardı! Ne fark ederdi? O kız… O da ölmek istemiyor muydu? Dünya gemisinden kendini atmak istiyordu aşağı. Yaşayamıyordu. Ona yaşamayı öğretememişlerdi. Ona umut etmeyi, zorluklarla mücadele etmeyi, nasıl gerçekle yüzleşebilecek cesarete kavuşacağını öğretememişlerdi. Onun ne farkı vardı savaşta ekmek bulamayan çocuklardan, kadınlardan… O da bulamıyordu işte bir şeyleri…
Bize öğrettikleri neydi! Tek bir şey vardı sadece: Bu dünyada mutlu olmak için başarılı olmalısın ve bunun için de diğerlerinin kıçına yasal yoldan tekmeyi basmalısın. Kes klişeyi! Hayır! Açlık sadece yiyecek için değildir. Ama yine de bütün bunlardan sonra emin değiliz, belki de o kız ölmemiştir. Belki de senin düşündüğün ve kafanı karıştıran bu konuları düşünmüştür?
Bilmiyorum. Ama ihtimali var; ne de olsa beynimiz bizi hayatta tutmaya programlı. Uçurumdan kendimizi aşağı atsak hâlâ nasıl yukarı çıkacağımızı düşünürüz, elimizde değil.
Kes şu lafları! Onu görmek istedim, karşımdaydı? İsmi neydi?
Özge, tüm bunların hepsi yalan. Tüm bunlar uydurma. Elindeki telefon, üstündeki kıyafetler, gittiğimiz yerler yalan. Seninle ben gerçeğiz, Özge. Ama hayır, ben bile gerçekten ben değilim. Sana tüm o hikâyeleri anlatan… Seni bir yerlere sürükleyen, saatlerce konuşan ben var ya, ben değilim, o da yalan.
Gözlerimden yaş süzüldü. Ben susarım Özge, dedim. Ben susmayı severim aslında. Bakma çok konuştuğuma, hepsi yalan. Konuşmam gerektiğini hissettiğim için konuşuyorum. Ama hisler, Özge, dedim. Hisler…
Durdum. Anlatamıyorum. Bunu izah edemem ama biliyorum işte, hisler de çoğu kez yalan. Çünkü biz doğal değiliz ki hislerimiz doğal olsun. O yüzden ölme.
Hangi yüzden ölme? Sana gerçeği işte adım gibi söylüyorum Özge! Bak! Ne sebepten bilmiyorum, sığamıyorsun dünyanın kabına. Ama bak ben de sığamıyorum. Dünya beni de boğuyor, Özge. Seni ne sebepten boğuyor, bilmiyorum. Ama ben de nefes alamıyorum. Anlatamıyorum, Özge. Ama ne olur hisset beni. Az önce demiştim ya hisler de yalan diye. Olsun, sen hisset. Hissediyorsan önemsiyorsun demektir. Hem ne kaldı ki bu gök kubbenin altında anlatılmayan bir şey? Sen hisset.
Ölümü gömdüm geliyorum, diyor ya şair; ben mesela onu hep hissediyorum. Heyecanlanıyorum. Çünkü ben de gömmek istiyorum ölümü. Ve gövdemi yırtıp bir gömlek gibi çıkıp gelmek istiyorum bir yerlere. Ama elimden gelen ne, Özge? Oturup şimdi sana bunları yazıyorum. Hissediyorum. Ama o da yalan. Bilmiyorum, Özge, ben çok bilmiyorum. Hep soruyorum. Ama herkes gerçeği kendine göre uyduruyor. Sonra benim de bir gerçeğim olsun diyorum. Sonra bakıyorum, ben de öyle… Böyle bir durumda her şey karışıyor Özge. İnanç karışıyor. Gerçek karışıyor. Bence bu dünyadaki en komik şey ne biliyor musun? İntihar. Kişinin kendini öldürmesi… İşte gerçek espri bu! Kimin kime kazık attığı belli değil. Bedeni korumaya programlı denilen beyin mi sana kazık atıyor yoksa hislerinden oluşan ruhun mu? Yoksa ikisi arasında kalan sen mi? Yoksa anlaşmalı mı? Tanrıyı hiç saymıyorum bile!
Bilmiyorum ama ben çok gülüyorum buna. Yoruldum Özge, virgülleri noktaları yerleştirmeye üşeniyorum, bak her şeyin kuralı var. Sen de yoksa öğrenemedin mi o kuralları? Yaşamanın da var
Neyse alakasız yerde alakasız bir şekilde bitiriyorum mektubumu, ölüm gibi. Şimdi bir masaldan bir peri, sessizce dinlesin beni. Alsın yorgun başımı, alsın cümlemi, usulca kalbine koysun.
Benim cümle taşıyacak hâlim yok…
Yazan: İbrahim Akçay