Çok kırılacak, çok üzüleceksin. Üstelik olur olmaz yerlerde, “Neden ben?” sorusuyla isyan ederken bulacaksın kendini. Alelade yoluna çıkan sevgililerin öpüşmelerine takılacak gözün, derinden bir sızı kaplayacak içini ve ister istemez ah edeceksin seni terk edip gidenlere. Gözünden akan yaşı bir insan evladının fark etmesini ve önüne atılarak sana bir mendil uzatmasını bekleyeceksin. Akşam uykuya dalmak zor, sabah uyanmak zül gelecek. Canın çok yanacak ve canın çok yanarken telefonun ekranında annenin cevapsız çağrısı senin içini ferahlatmayacak. Bileceksin ki arayışlarının tek sebebi senin iki göğsünün arasında tepinen işçileri yok etmek değil, sitemin dibine vurmuş olmak için olmuş olacak. Yediğin kazıklardan sonra teselli olmak nedir, dost kucağında öğreneceksin. Bazen teselli edecekler seni, bazen de onların teselli sözleri bile kâfi gelmeyecek yaralarını sarıp sarmalamaya, ister istemez buluşmaların seyrini azaltacaksın. Pazar gezmesine çıkmış aileleri gördüğünde, yanındaki boşluğa takılacak gözün. Cebinden ne kadar para çıkarsa, ruhun bir o kadar temize çekilecek gibi en yakın alışveriş merkezlerinin ruhsuz pençelerine şuursuzca atacaksın kendini. Vitrindeki kıyafetlerin renklerini gördükten sonra, üzerindeki siyahlar daha bir kederli gelecek. Elin uzanacak renkli çiçeklerle bezenmiş o birbirinden güzel kıyafetlere. Lakin yakıştıramayacaksın bir türlü kendine. Eğreti duracağını düşünerek daha önce bir milyon kere bıraktığın gibi yine yerlerine bırakacaksın bir bir.
Bir çocuk ölecek bir gece yarısı, bir annenin kalbi taş bağlayacak, bir sela sesi senin kalbinin sesini dağlayacak ve sen onca şeye rağmen yanı başındaki odada, usulca yatağında yatan o minnacık canın yaşamına binlerce kez şükrederken bulacaksın kendini. Bir adam, buruşuk çarşafların ardında sevdiği kadını aldatıp, pişmanlık duyarak kendine lanetler yağdıracak. Bir yuva gözyaşları içerisinde umarsızca yıkılacak ve sen bu sahneye seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayacaksın. Pazar gününün sakinliğinde yeni yazarlar keşfetmenin hazzıyla bir dolu satır arşınlayacaksın. Sanal medya saatlerini hınzırca çalacak, ama sen zamanının nasıl boşa geçtiğini fark etmeyeceksin bile. Kahveler çayların, şaraplar kahvelerin yerini alacak. Sen her geçen gün içindeki hüzün çukuru derinleştirip, şizofren edasıyla yaralarına tuz basmaktan büyük bir haz duyacaksın. İş yerinde yaptığın hatalar yüzünden patronun bıyık altından bir dolu laf sayacak. Canın o kadar burnunda olacak ki söyledikleri vız gelip tırıs gidecek belki de. İş çıkışı yanı başında yere ansızın düşen tonton amcaya için sızlayarak el verip, “Ha gayret amca, hadi kalk!” diyeceksin. Onun gözlerindeki şükran duygusu da göğüs kafesindeki boşluğa ışık tutmaya yetmeyecek. “Derdin nedir?” diyenlere verecek cevabın iki cümleyi geçmezken; yan komşunun hastasına şifa olmak, apartman görevlisine günaydın demek, özellikle de yüzündeki tebessüm ile onlara cevap vermek, boynunun borcu olacak.
Kilosundan hayıflanmadan iştahla tarif veren teyzenin göbeğine takılacak gözün, tebessüm edeceksin en gamlı zamanında. Garsondan çay isterken hesabı getirmesine bozulacaksın. Puslu bir gecenin sonunda, büyük usta Zeki Müren eşliğinde çakır keyif olma çabaların bir türlü amacına ulaşmayacak. Vizyondaki Türk filmlerinin başarısızlığından dem vuracaksın. Kahve falları senin düşlerine umut vermeyecek ve umut vermediği her an ise yaraların daha bir perçinleyip yeşillenecek. Sen nereye gittiğini bilmediğin upuzun yollarda seyir hâlindeyken; benzin ışığının sürekli yanıp sönmesi, olmadığı kadar çok gözünü alacak ve kaderine bir dolu laf ederken bulacaksın kendini. Bankadan gelen mesajlara sinir olup sileceksin, onlar ise yılmayıp tekrar tekrar gönderecek. Baban sanki kendi çok hayırlıymışçasına senin hayırsız evlatlığından yakınacak. Yan masadaki adamın kahkahası eşliğinde ayakkabılarının çamuru gözüne takılacak, mahcup olacaksın. Yaşanan olayları olduğu gibi kabul et diyen psikiyatristinin suratına bir tane şaplak atmak isteyeceksin, ama buna cüret etmek seni aşan bir tutum olacak. Tüm vazgeçenlere inat sen kendi kendine, “Sen bari vazgeçme!” diyeceksin. Beynin durmadan “seven gelirdi” deyip; kendisiyle mücadele edecek. Çaresiz şekilde bir dolu spritüel kitapların içinde ruhunu iyileştirmenin yollarını arayacaksın. Telefonun sanki her an birinden gelecek haberi bekler gibi demirbaşın olarak tarihe geçecek, gözünün önünden ayırmayacaksın ve yangın anında ilk onu kurtarmak vazifen olacak.
Samimi olan bir el, bir söz, bir bakış, bir mesaj hep kazanacak. Anne ve babandan alamadığın şefkat hep başına dert olacak, teselliyi başka kollarda ararken, anne babanın ebeveynliklerine bir dolu söverken bulacaksın kendini. Yaş almak hep ağırdan olsun isteyeceksin. Ama o seninle dalga geçer gibi, yarış atı kıvamında ardına bakmadan koşup yitip gidecek. Ondandır ki her geçen yıl doğum günleri, önemli günlerin arasında sayılmaktan vazgeçilmiş olacak.
Yorulacaksın, yorulmak da yetmeyecek; bu hayatta kalabilmen için birçok kez yara alacaksın. Tam yara aldım derken bir o kadar da yaşam ateşi ruhunu sarmak için sana hayalini kurduğun o muhteşem aşkı verecek ve çok seveceksin. Hâl böyle olunca bir bakmışsın ki “yandım” derken, küllerinden yeniden doğmuşsun ve bir şükür deryası sarmış seni.
Sen bu keşmekeş hayatın içinde bunca duygu seline kapılıp, bir gün ölmediğin için, her gün dolu dizgin yaşamak zorunda kalırken; hayat ya sana kısa gelecek ya da yorulmak nedir bilmeyen benliğin yaş alırken uzun uzadıya saltanatını sergileyecek.
Kim bu zaman selinde sevgi denen muhteşem duygunun ulviliğine tutunursa, yaşam onu mucizeleriyle kucaklayacak; sen düşüp kalkarak, durmadan ve yılmadan her geçen gün biraz daha çok seveceksin… Zira sevmekten kimseye zarar gelmeyecek.
Bileceksin ki, kimine göre bu ahmak dünyada seni en çok sevgi kurtaracak.
Yazan: Ebru Kadak
Hep yaz…