Ortalık yeni aydınlanıyordu. Yataktaki adam kalkmaya niyetlendi, vazgeçti. Uykusuz geçen gece peşini bırakmıyordu. Sağ tarafına döndü. Beyaz perdeye düşen gölgelere takılan gözü dalıp gitti. Kendine geldiğinde, lise yıllarında yaz tatilinde kazandığı parayla aldığı, o günden sonra yanından hiç ayırmadığı saatine baktı. Eşini uyandırma korkusuyla usulcacık kalktı yerinden. Giysilerini aldı, parmak uçlarına basarak yürüdü. Yatak odasının kapısını araladığında nasıl olduysa uyanan kadın arkasından uykulu gözlerle bakarak seslendi: “Rıdvan! Sabahın köründe ne diye kalkıyorsun?” Tek kelime etmeden çıktı. Kadın üstelemedi, tekrar uykuya daldı. Koridorda üstünü giyinen Rıdvan çocuklarının yattığı odaya yöneldi. Gürültü yapmamaya dikkat ediyordu. Kızı korktuğundan yıllardır geceleri tam kapanmayan kapıdan günün ilk ışıkları koridora düşüyordu. Kapı aralığından ilkokul birinci sınıfa bu yıl başlayan kızının yüzünü belli belirsiz seçebiliyordu. Ondan iki yaş büyük oğlunu göremedi. Gıcırdamasın diye dikkatlice açtığı kapının kolunu sıkı sıkıya tutuyordu. Odaya girmedi. Ama şimdi iki evladını da görebiliyordu. Odayı köşe bucak dolaşan gözleri küçük kızın yatağının baş tarafında duran sandalyenin üstündeki oyuncak bebeğe takıldı. Ne zaman aldığını hatırlayamadı; iki, belki de üç yıl önceydi. Keşke hiç büyümeseler, diye geçti içinden, iş bulduğunda kaldığı yerden devam edebilme hayaliyle. Akıp giden zaman canını yakmaya devam ediyordu. Hemen uzaklaşmazsa ayrılamayacağını düşündü. Telaşla kapıyı çekti. Tam kapatmadı. Kızı uyandığında korkmamalıydı.
Salona geçtiğinde, nereye gideceğini bilen ayakları onu doğruca masanın başına götürdü. Kimliğini arka cebinden çıkartıp masaya koydu. Ardından ceplerini boşalttı. Topu topu bir yirmilik üç beş lira kadar da madeni para. Kaç yıldır düzenli iş bulamadığından bu kadar çıktığına da şükretti. Parasızlıktan aylar önce sigarayı bıraktığı hâlde gönlü elvermediğinden ayrılamadığı askerlikten kalma çakmağı diğer cebinden aldı, ocağı yakarlar diye paraların yanına bıraktı. Günler önce karısına yazıp ceketinin iç cebinde taşıdığı mektubu çıkartmanın zamanı gelmişti. Özenle katlanmış mektubu vazoya yasladı. Kâğıdın üstündeki ismi kendisi yazmamış gibi uzun uzun baktı: “Leyla’ya.” Artık ayrılık vakti gelmişti. Uzaklaştı. Kapının kolunu tuttuğunda aniden durdu. Ceketine baktı. Belki eskiciye verip üç beş kuruş alırlar diye düşündü. Üstünü çıkartırken aklına cep telefonu geldi. Elini ceketinin cebine attı. Yerinde duruyordu. “İyice eskidi, ama herhalde buna da bir şeyler verirler. Zaten ihtiyacım da kalmadı,” diye mırıldandı. Aylardır umutla çalar diye bir an olsun yanından ayırmadığı telefona dokunmadı, cebinde bıraktı. Her bunaldığında, ceketimi alır giderim derdi de kimseyi inandıramazdı. Sonunda gidiyordu, ama ceketini bırakarak. Olsun! Ceketini bırakıyorsa da bu kez gerçekten gidiyordu. Tahmin etmediği kadar rahattı. Yüzünde gülümseme ile kendini dışarı attı.
Evin dış kapısı kapandığında ortalık iyiden iyiye aydınlanmıştı. Güneşin binaların ardından sıyrılıp yükselmesi uzak değildi. Geriye bakmadan ilkbahar serinliğine karıştı. Köşeyi döndüğünde börekçiden yükselen kokuyla adımları yavaşladı. Paraları son kuruşuna kadar evde bıraktığı aklına geldiğinde tekrar hızlandı. Artık kaybedecek zamanı yoktu. Geri dönmeyi kendine yediremezdi. Üstelik ilk kez hayatının iplerinin kendi ellerinde olduğunu hissediyordu. Yakaladıklarının parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin vermemekte kararlıydı. Arkasından söylenecekler aklına geldi. Ama bu kez aldırmadı. Şimdiye kadar insanların kendini yargılayacağı korkusunun esiri olmuştu da eline ne geçmişti? “En fazla, korktu, mücadele etmekten kaçtı, çoluk çocuğu ortada bıraktı derler. (Duraksadı. Omuz silkti.) Ne derlerse desinler. Hiçbiri şimdi işittiklerim kadar yaralayıcı olamaz,” diye mırıldandı. Okkalı bir küfür savurdu. Kendini tutamadı, devamını getirdi. Neden ve kime küfrettiğini bilmiyordu. Yüzünü kaplayan gülümsemenin farkında değildi. Oysa çocukluğundan beri sakınırdı küfürden. Bu kez yüzü kızarmadan peşi peşine sıralıyordu küfürleri. Beyninin dehlizlerinde yıllardır saklananlar zamanın geldiğine karar verip yardımına koşmuş, dilini boşluğa savrulan kılıca çevirmişti. Her savuruşunda dili daha da ustalaşıyordu. Fakat ayakları?.. Bilinmeyene giderken, bunca yılın ustası ne kadar da acemiydi. Nereye gideceğine karar vermeyen ayaklar önce yavaşladı, sonra aniden durdu. Rıdvan’ın gözleri ne olduğunu sorarcasına ayaklarına kaydı. Ne yapmaya çalıştığına anlam veremeyince telaşlandı. Sağa sola bakındı. Nereye gitmesi gerektiğini şimdiye kadar nasıl olup da planlamadığına şaşırdı. Çıktığı kapıya dönme düşüncesiyle irkildi. Hayattaki yenilgilerine bir yenisini daha eklememekte kararlıydı. Durmamalıydı. Hâlinden anlayan ayakları komut almadan yola koyuldu. Sokaktaki kalabalık her geçen dakika artıyordu. İşe geç kalma korkusuyla koşturanlara imrenen ayakları utancından birbirine dolaşıyordu. Sanki dikkat çekmekten korkuyorlardı.
***
Telefon sesiyle uyanan kadın şişmiş gözlerini ovuşturarak sağına dönerken, “Rıdvan telefona baksana!” dedi. O anda kocasının sabahın erken vaktinde kalktığını hatırladı. “Bir kez de işe yara be adam!” diye söylenerek yataktan fırladı. Koşturarak salona geçti. Yer yer boyaları dökülmüş sehpanın yanında soluğu aldı. Ahizeyi kaldırdı. Karşıdakini tanıyamadı. Meraklanmasına fırsat tanımayan yabancı ses nereden aradığını söyleyivermişti: “Rıdvan Beyin iş başvurusu kabul edildi. Yarın sabah işbaşı yapmak üzere bekliyoruz!” Neredeyse iş bulmaktan umut kestikleri dönemde aldığı haberle heyecanlanan Leyla ancak kekeleyerek karşılık verebildi. Defalarca teşekkür ederken telefonun diğer tarafındaki kadının acıyarak kendisini dinlediğinin farkında değildi.
Telefonu kapatan Leyla kaldığı yerden söylenmeye devam etti: “Kırk yılın başında birileri arıyor, ama bizimkinden haber yok. Sabahın köründe nereye gitti kim bilir?” Belki eve geç döner diye cep telefonundan arayıp işe alındığını söylemeliydi. Üstelik götüreceği evrakları da vakit kaybetmeden hazırlamalıydı. Bunca zaman sonra bulduğu işi kaçırma lüksü yoktu. Az önce bıraktığı ahizeyi bu kez umutla kaldırdı. Rıdvan’ın numarasını tekrarladı önce; yanlış hatırlamadığına karar verince tuşlara tek tek bastı. Telefon açıldığında, ne kadar sevindiğini belli etmek için yıllar öncesine dönecek, şımararak bir çocuk gibi konuşacaktı. İşittiği ses, hayallerinin devamına izin vermedi. Derinden gelen sese kulak kabarttı. Kocasının telefon melodisiydi. Etrafına bakındı. Ses masanın yanından geliyordu. Sandalyeye asılı ceketi fark ettiğinde, “Yoksa evde mi? Balkona mı çıktı? ” diye aklından geçti. Sonunda sesin nereden geldiğini bulmuştu. Ceketin cebini yokladı. Oradaydı. Telefonu aldı. Ekranda evin numarası yazıyordu. Ceketin cebine koymaktan vazgeçti. Masanın üzerine bırakacaktı ki vazoya yaslanmış, üzerinde adı yazan kâğıdı fark etti. Merakla uzanırken, kimliği, paraları ve çakmağı gördü. Yüreğine ateş düşmüştü. Eli titredi. Daha birkaç dakika öncesine kadar umursamadığı kocasının bir çılgınlık yapmasından korkuyordu şimdi. Zamanı durdurabilecekmişçesine boşlukta bekleyen eli fazla dayanamayarak yapması gerekeni ertelemedi. Heyecandan buz kesen eli şimdiden alev alev yanıyordu. Kâğıdın katını açtı. Uzun süren işsizliğin hazırladığı son, kor olmuş avuçlarının ortasında duruyordu. İlk cümlede gözleri dolan kadının gözyaşları kendisini çocuklarla tek başına bıraktığı için af dileyen son satıra ulaşmayı bekleyemedi. Yeni tanıştıkları günlerde Rıdvan’ın övgüler düzdüğü, artık fazla kilolarından fark edilmeyen elmacık kemiklerinin üzerinden süzülen yaşlar çenesinden kendini boşluğa bıraktı. Kocasının yazdığı veda mektubunu bitirdiğinde gözleri karardı. Sendeledi. Güçlükle çektiği sandalyeye oturdu. Mektubu sıkı sıkıya tutuyordu. Sanki kâğıt avuçlarının arasında kaldıkça o güvende olacaktı.
***
Rıdvan’ın ayakları yolunu bulmuş, gittikçe ağırlaşan üstündeki yükü, her şeye rağmen hedefine götürüyordu. Şimdi sızlanmanın zamanı değildi. Karar verdi mi vazgeçmemek gerekirdi. Sağa sola bakmadan yürüyordu. Gözleri yola çizilmiş görünmeyen çizgiyi takip ediyor gibiydi. Tekdüzeliği, boya nedir unutmuş, sağı solu patlamış, hayli yaşlı bir çift ayakkabı bozdu. İrkilmedi bile. Durdu. Başını kaldırdı. Saçı sakalı birbirine karışmış şarap parası isteyen adamla göz göze geldi. Tek laf etmeden elini cebine attı. Cebinin astarını gösterdiğinde metelik çıkmayacağını anlayan adam arkasını döndü, ayaklarını sürüyerek surlara doğru uzaklaştı. Ardına takılmak, her şeyden uzaklaşmak geçti aklından. Gerçi artık uzaklaşacak hiçbir şey yoktu arkasında. Önünde, yaşanması gereken son duruyordu. Yine de biraz bekleyebilirdi. Kendini buraya kadar getiren ayakların kontrolünü eline aldı. Şarapçının arkasına takıldı. Ne dediği anlaşılmıyorsa da adam kendince şarkı söylüyordu. Belinden sarkan kemer niyetine kullandığı ip, hayatı sallamadığını anlatmak ister gibi düzensizce salınıyordu. Nedenini sormadan ayyaşı takip etti. Saatle ilişkiyi kestiği her hâlinden belli adamın adımlarıyla yürüyordu. Surların dibine ulaştıklarında şarapçı, yıkık surların arasına sakladığı kartonu çıkartıp yere serdi. Az önce üç beş kuruş kopartamadığı adama baktı sarhoş gözlerle. Mekânına gelen yabancıya aldırmadı. Koliden bozama yatağına uzandı. Uykuya dalması fazla sürmedi. Belki de sızıp kalmıştı.
Dakikalarca uykudaki şarapçıyı izleyen Rıdvan’ın kafasından neler geçmedi ki? Onun yanında takılıp yeni bir hayat kurabileceğini dahi düşündü bir ara. Fakat bu cesareti gösteremeyeceğini anlayınca yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere yola koyuldu. Sur boyunca sahile doğru yürüdü. Sağ tarafında kalan surlar, yıllardır içinden kaçıp kurtulamadığı zindanın duvarlarına benziyordu. Her adımda derinleşen huzursuzluğun kalın perdesini karşısına çıkan taş merdiven parçalayıverdi. Hiç düşünmeden hızlı adımlarla tırmandı göğün maviliğine doğru. Yukarı çıktığında nefes nefeseydi. Soluklanırken gözünün değebileceği en uzak köşeleri dolaştı. Sabah güneşiyle bir başka görünen dingin denizin maviliğine yakın olmak istedi. Gidebildiğince surların üzerinde yürüdü. Gözüne kestirdiği en yüksek noktaya ulaştığında, “Tam yeri!” diye düşündü. Etrafa bakındı uzun uzun. Acelesi yoktu; ha beş dakika önce, ha on dakika sonra. Geçmişe, yıllar öncesine gitti. Her nedense, bu şehre ilk adımı attığı günleri en son hatırladı; özellikle de çocukça yaptıklarını. Neden söylediğini, kimden duyduğunu bilemediği sözler yankılandı kulaklarında. Evin çatısına çıkmış, kollarını açıp rüzgâra karşı haykırmıştı: “Ulan İstanbul! Ben de senden payımı alacağım.” Yüzünü kaplayan acı gülümseme eşliğinde şimdi dilinden dökülenler, yıllar önce başlayan öykünün son cümleleri gibiydi: “İstanbul’un payına düşeni de vermesini bileceksin.” Artık borcunu ödeme zamanının geldiğine karar vermişti. Herkesin ödeme tarzı farklıydı. O da kendince payına düşeni verecekti. Basabildiği en uçtaki taşla ayakları buluştuğunda güçlükle dengesini sağladı. Bu kez rüzgâr esmiyordu. Kollarını açtı, haykırdı: “Sen kazandın!”
***
Gözyaşı dökerek çaresizliğine teslim olan Leyla, elindeki mektubu düşürdü. Kâğıt yer yer tüyleri dökülmüş halıya boylu boyunca uzandığında, yüreğinde harlanan ateşle ok gibi yerinden fırladı. Gözlerini silerken sağa sola bakınıp durdu. Gözünün önündeki telefonu göremiyordu. Aradığı, masanın üstündeydi. Fark ettiğinde, eli titreyerek umutla telefona sarıldı. Polisin numarasını çevirdi. Telaştan ne dediğinin farkında değildi. Telefonun diğer tarafındaki görevli söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştı. Benzer durumlarla sıklıkla karşılaşan karşısındaki sesin yönlendirmesiyle ancak derdini anlatabildi Leyla. Ona kalsa ne var ne yok sıralayacaktı; kocasının aslında ne kadar çalışkan olduğunu, haksız yere işten çıkartıldığını, kaç yıldır iş bulamadığını, çoluk çocuk neler çektiklerini… Devam edebilse belki de sıra kocasından yakınmaya gelecekti. Son aylarda eşe dosta az dert yanmamıştı. Zaman zaman otoriterleşen ses, iletişim numaralarını aldığında, gerekli yerlere bilgi verileceğini ve bir sonuç elde edildiğinde kendilerinin aranacağını söyleyerek telefonu kapattı. Tanımadığı sese sığınan Leyla telefonun kapanmasıyla kendini boşluğa düşmüş gibi hissetti. Kısa süreliğine duran gözyaşları tekrar yanaklarından süzülürken yerinden kalktı. Belki uyanmışlardır diye çocukların odasına gitti. Onlara sarılıp acısını hafifletme umudu boşa çıkmıştı. Olup bitenlerden habersiz çocuklar derin uykudaydılar. Dokunmadı. Salona döndüğünde yerinde duramıyordu. Çaresizlik en kötüsüydü. Yıllardır dertleştikleri komşusu aklına geldi. Telefona sarıldı. Uzun uzun çalan telefonu açan uykulu sesin sahibi, ağlayan komşusunun ne demeye çalıştığını anlamadıysa da telefonu kapattı, eline ne geçtiyse giyip fırladı. İki kadın gözyaşları arasında sarılıp eşikte ağlaştılar. Ayrılıp salona geçtiklerinde Leyla, sabahtan beri yaşadıklarını tüm ayrıntılarıyla anlattı. Konuştukça acısı hafifliyordu. Çaresizliğin karanlığında kıvranırken komşusu bir umut ışığı yakıverdi. Oturup beklemek yerine dışarı çıkıp Rıdvan’ı aramayı önerdi. Nereden başlayacaklarını bilemeseler de, çaresizce oturmaktan iyidir diye düşünen Leyla yerinden fırladı. Çocuklar aklına gelince odaya koştu. Kızını kaldırmaya gönlü elvermedi. Oğlunu uyandırdı. Uykulu gözlerle kendisine bakan çocuğa, evden ayrılmamalarını, kardeşine göz kulak olmasını, telefon gelirse de cepten kendisini aramasını tembih etti. Neler olup bittiğinden habersiz çocuk başını salladı, belli belirsiz, “Tamam!” dedi. Annesi odadan çıkmadan tekrar başını yastığa koyup derin uykuya daldı.
Acılı kadın ne bulduysa üstüne geçirirken alt kata inen komşusu da hazırlanmıştı. Leyla kapıyı kilitliyordu ki derinden telefon zili duyuldu. Melodiyi tanımıştı. Çantasına baktı. Telefon yoktu. Zaten cebinden değil içeriden geliyordu ses. Demek unutmuştu. Ayakkabısını çıkarıp salona koştu. Telefon numarasını gördüğünde yüreği yerinden fırlayacakmışçasına atmaya başladı. Numarayı tanımaması mümkün değildi. Arayan polisti. Tuşa dokunduğunda işittiği ses kendisini soruyordu. Kekeleyerek, “Evet! Benim,” diyebildi. Ekiplere gelen ihbar üzerine gidilen bölgede eşkale uygun bir adamın yaralı halde surların dibinde bulunduğu, fakat üzerinden nüfus cüzdanı çıkmadığından kimlik tespiti yapılamadığı, kimlik tespiti için hastaneye gitmesi gerektiği söylenildiğinde boğazı düğümlendi. Güçlükle sorabildi: “Gerçeği söyleyin, öldü mü?” Devamını getiremedi. Karşıdaki görevli, şahsın yaşadığını ama bilincinin kapalı olduğunu, daha fazla bilgi veremeyeceğini söyledi. Kapıda bekleyen kadın, arkadaşının yanına gelmişti merakla. Telefonu kapattığında bulunduğu yere çöküp kalan komşusundan olup biteni öğrenmeye çalıştı. Hayli zorlansa da birkaç sözcük alabildi ağzından. Koşup mutfaktan su kapıp geldi. Zorla içirirken, “Hadi ne bekliyoruz? Göreceksin kocan çıkacak. Hem de hayatta. Daha ne istiyorsun?” dedi.
Yola koyuldular. Gidecekleri hastane üç kuruşluk mesafedeydi. Ama taksiye binmediler. İkisi de ceplerindeki paraya güvenememişti. Yürürlerse kendilerine geleceklerine inandırdılar birbirlerini. Yol uzadıkça uzuyordu. Akşam gezilerinde önünden geçtikleri hastane sanki başka yere taşınmıştı. Hastaneye ulaştıklarında acı gerçekle karşılaştırdılar. Yoğun bakımda yatan, Rıdvan’ın ta kendisiydi. Bilinci kapalı adamı gördüğünde gözlerinden yaşlar boşanan Leyla, orada yatanın eşi olduğunu başını sallayarak doğrulayabildi ancak. Günlerce koridordaki bankları mesken tutacaktı. Yanından ayrılmayan komşu kadının da esaslı arkadaş olduğunu anlamıştı acısını yaşarken. “Üzülmeyi bırak şimdi. Kocan hayatta ya! Daha ne istiyorsun?” diye kendisini teselli etmeye çalışan komşusuna hak vermiş, ağlamayı kesmişti sonunda.
Yoğun bakımdaki kocası sonunda uyanmıştı. Göz göze geldiklerinde başını sağa çeviren adama gülen gözlerle baktı. Sevgi dolu sözler söyledi. Sitem edecek olduğunda kendini toparlayıp vazgeçti her seferinde. Rıdvan yoğun bakımdan çıkartılıp servise alındığında vefalı komşu kadın çocukları ziyarete getirdi. Oda bayram yerine dönmüştü. Yükselen kahkahalara rağmen Rıdvan’daki durgunluğu hepsi fark etmişti. Yine de kimse tek laf etmedi. Aslında geçmişte yaşananlar değil, gelecek kaygısıydı kahkahaların arkasına saklanan hüznün gerekçesi. Bundan sonra hayat daha da zorlaşacaktı. Sağlamken işe giremeyen Rıdvan, şimdi belden aşağısı tutmazken nasıl iş bulacağını düşündükçe kurtulduğuna sevinemiyordu.
Haftalar sonra taburcu edildi. Fakat tedavisi bitmemişti. Sürekli hastaneye gidip gelecekti. Tedavi biraz da olsa işe yaramıştı. Yine de yerinden kalkamıyordu. Artık tekerlekli sandalyeyle yaşamaya mahkumdu. Eşi, çocukları ve eş dost yardımlarını esirgemiyordu. Ama o, etrafındakilerin kendisi yüzünden eziyet çektiğini düşündükçe üzülüyor, çıkış bulamadıkça karamsarlığa kapılıyordu. Hatta uykusuz gecelerde sık sık aklından yarım kalan işi tamamlamak geçiyordu. Her gün yataktan kalktıklarında ilk iş babalarının yanına gelen çocuklar geceden kalma karanlığı aydınlatıyor, gece yarısında herkes el etek çekinceye kadar yanacak umut ışığını tazeliyorlardı. Eşinin o malum günden sonra eksilmeyen ilgisini gördükçe kendinden utanıyor, hayata dört elle sarılmaya karar veriyordu. Herkes için zor günlerdi. En zoru da kendini her geçen gün daha da hissettiren parasızlıktı. Leyla’nın bulduğu işten aldığı üç beş kuruş deliği kapatmıyor, sadece kiraya, faturalara yetiyordu. Belli etmemeye çalışsa da; Rıdvan, eşinin kazancıyla evin çevrilmeyeceğinin farkındaydı. Eşe dosta yeterince yük oldukları aklına geldikçe derin düşüncelere dalıyor, çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Kapıya geç gelen iş fırsatını kaçırdığı için kendisini suçluyor, “O deliliği yapmasaydım şimdi belki de işimin başındaydım,” demekten kendini alamıyordu. Çaresizlikten kimi zaman evden çıkıp bir köşe başında dilenmek geçiyordu aklından.
Her geçen gün, adını bilmediği hayırseverin bağışladığı tekerlekli sandalyeyi kullanmakta biraz daha ustalaşıyordu. Artık başkasının yardımına gerek kalmadan dolaşabiliyordu. Canı sıkıldıkça farklı yerleri keşfetmeye gidiyordu. Önceleri sakin yolları kullanmaya dikkat ediyordu. Zamanla cesareti artmıştı. Bunca aradan sonra ilk kez otobüs duraklarının bulunduğu küçük ama kalabalık meydana çıkarken heyecandan eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Meydana ulaşıp hareket saatini bekleyen otobüsleri gördüğünde, sabahın erken vaktinde söylenerek ayakta tıkış tıkış işe gittiği günleri hatırladı. Oysa günün bu saatinde otobüsler neredeyse boş kalkıyordu. O sırada durağa giren otobüs iyice kaldırıma yaklaştı. Kapıları açan şoför yerinden kalktı, orta kapıya geçti, rampayı indirdi. Yaşlı kadının tekerlekli sandalyedeki genci indirmesine yardım etti. Rıdvan, o anda kafasında çakan şimşeğin aydınlattığı yoldan ilerledi, kalkmayı bekleyen otobüse yaklaştı. Şoförden yardım istedi. Birkaç dakikaya kalmadan uzaklaşacak otobüsün içindeydi artık. Son zamanlarda hiç bu kadar heyecanlanmamıştı. Çünkü otobüsün de kendisinin de nereye gittiğinin farkındaydı. Daha önce de geldiği durakta bu kez yolcuların yardımıyla indi. Beklemeden hedefine yöneldi. Zorluklara aldırmadı. O kara günde iş başvurusunun kabul edildiğini bildiren şirketin giriş kapısına ulaştığında güvenlikçiye derdini anlattı. Adam telefonda yetkiliyle konuşurken terini sildi Rıdvan. “Onca zaman sonra işe alınmamı beklemek hayalse de ne kaybederim?” diye aklından geçiyordu. Güvenlik görevlisi içeri geçmesini söylediğinde umutlandı. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Belki de talihi dönüyordu.
Sekreter karşısındaki adamı baştan aşağı süzdü. “Hoş geldiniz!” dışında tek laf etmedi. Ahizeyi kaldırdı, numarayı tuşladı. Konuşma kısa sürdü. Acıyarak baktığı adamı yandaki kapıdan içeri aldı. Rıdvan, masanın arkasındaki orta yaşlı kadının bakışlarından ne anlam çıkartması gerektiğine karar veremedi. Uzatmadan derdini söyledi. İşe kabul edildiğini bildiren telefona rağmen bunca zaman bekleyip de neden şimdi geldiğini dürüstçe anlattı. Bu kez, karşısındaki ifadesiz yüz içindeki acıma duygusunu dışa vurmuştu. Görüşme uzun sürmedi. Boş kadro dolmuştu. Benzer pozisyonda da açık yoktu. Her şeye rağmen Rıdvan umutsuz değildi. Yeniden iş görüşmesine gidebilmiş olmanın cesaretiyle bundan sonra mutlaka iş bulacağına inanıyordu. Teşekkür edip odadan çıktı.
Tekerlekli sandalye işsizliğe rağmen umutla ilerlerken, telefonu çalan sekreter, kaldırdığı ahizeyi bırakmadan arkasından seslendi: “Beyefendi! Bir dakika.” Rıdvan neden çağrıldığına anlam verememişti. Az önce çıktığı kapıdan tekrar girdiğinde orta yaşlı kadın bekletmeden çağırma gerekçesini söyledi: “Rıdvan Bey! Sizin başvurduğunuz kadronun dolu olduğunu söylemiştim. Ama engelli kadrosunda boşluğumuz var. Montaj bandında çalışmayı kabul ederseniz hemen işe başlayabilirsiniz.”
Ertesi sabah herkesten önce fabrikaya gelen Rıdvan artık iş sahibiydi. Gerçi masa başında değildi yeni işi. Umursamadı. Bunca yıl masa başındaydım da ne oldu? diye düşünüyordu. Engelli kontenjanından girdiği işe dört elle sarıldı, kendini montaj bandına teslim etti.
Yazan: Serdar Şen