‘’İnsan, yarım yamalak da olsa, yaşamayı öğrenince kendini önemli biri, önemli bir şey sanıyor.’’ demiştim kendi kendime. Sonra da alçak ancak uzağımda olmayan, ruhumu sağaltıp ona diginlik verecek olan o nahif sesi beklemiştim… Bakışlarımı karşılayan şey; kapının ardına sığmayan, odayı doldurmak, ışıtmak, bütün kabahatlerimi, kâbuslarımı, yalnızlığımı görünür kılmak isteyen kötücül bir ışıktı. Her ne kadar ondan kaçmak isteyip kendi zihnime kilitlesem de kendimi, bir yolunu buluyor, gerek anahtar deliğinden beni izliyor, gerekse de kapının altından sızıp yadsınacak tüm anlarıma şahitler doğurmak istiyordu. Işığa dokunmaktan imtina ediyordum. Her gece bir an önce kapının ardından kaybolmasını, kendiliğinden sönmesini veya biri tarafından söndürülmesini bekliyordum. Ne lambadan geliyordu o ışık, ne güneşten, ne aydan, ne aydınlık bir denizden, ne güzel bir manzaradan, ne de mutlu bir aşktan… Bu duvarları kalın, yuvarlak odaya girerken bizzat ben, içimdeki, zihnimdeki, düşüncelerimdeki, gözlerimdeki ışığı çıkarıp bırakmıştım oraya. Benden daha ben olmasına karşın, ışığa neden bunca yabancılık duyduğumu, neden ondan kurtulmak istediğimi, neden yüreğimdan zorla sökerek onu kapının dışına ittiğimi ise bilmiyordum. İstediğim tek şey, zaman zaman da olsa beni bırakması, karanlığıma müdahâle etmemesiydi. Ne hikmetse, her gece feneri söndüren, ışığı yok eden biri bulunuyordu orada; kapının diğer tarafında. Kapıyı çalmak, içeri bakmak kimsenin aklına dahi gelmiyordu. Yine de kimseye kızdığım falan yoktu. Yeterince yüksek sesle inlemiyordum.
Karanlıkta saaatin kaç olduğunu göremediğim için, uzam – zamanın dışında bir boyutta, belki dördüncü, belki kendi boyutumda sürdürüyordum yaşamımı. Bu sayede hem geçmişi hem de geleceği aynı anda hissediyordum. Mutlu bir yaşamla ödüllendirilmiş biri için bu his, tarif edilmez bir güzellikti. Öyle ki, eğer sıradan insanlar gibi yaşıyor olsaydı bu kişi, yani zamanı diğer herkes gibi algılıyor olsaydı, umut dolu bir yaşamı olurdu. Çünkü, kendi boyutumda yaşadıktan sonra anladım ki, yazgısında mutlu bir gelecek olan kişinin içi tanımlanamaz varlıklarca umutla dolduruluyordu. Ne ümitli olmak ne de ümitsiz olmak bizim karar verebildiğimiz bir şey değildi. Ümit de, ümitsizlik de geleceğimizin ruhumuza attığı bir çentikten ibaretti sadece. Yani ben de, hem geçmişi, hem de geleceği görebildiğim için umutsuz olarak nitelenemezdim artık. Mutsuz bir gelecekle bezenmiştim yalnızca. Belki de gelecek yaşanmaya bile değer değildi. Bile isteye acıya katlanmayı, yaşadığı azabı uzatmayı kim isterdi ki?
Karanlığa seslendim. Sesim neredeyse hiç ilerlemeden yere düştü. Yatağımdaydım. Yağmurlu bir gecede gökten çaldığım bulutlardan yapmıştım yatağımı da. Eskiden kalma alışkanlıklarını sürdürmeleri dışında bulutlardan yapılmış bir yatağa sahip olmak güzeldi. Eskiden kalma alışkanlıklar… Bazen ben uyurken gürüldemeye başlıyorlardı. Bazen ağlıyorlardı için için. Küçük bir odaydı benimkisi. Onlar da küçük küçük ağlıyorlardı. Daha küçük ağlamak için, daha önemsiz meseleler ediniyorlardı. Bazen benim için ağlıyorlardı, bazen benimle beraber. Bazen yayları eskidiği için ağlıyorlardı, bazen göğü özledikleri için. ‘’Ne olursa olsun, ağlamak için hep bir neden bulunur.’’ demişlerdi bana bir keresinde. O sırada neye ağladığımı bilmiyordum.
Şimdi, pencere kapandı; kendine kendine hiddetli esen rüzgâr yüzünden. Korktum birden. Yere düşmüş sesimi aldım eğilip ve yeniden ses tellerime iliştirdim onu. Rüzgâr hiddetini yitirdi. Pencereden dışarı baktım. Bulutlar bugün de ağlamıştı. Pencereler buğuluydu. Akıp giden bir hayat vardı orada bir yerde. Mor, kırmızı, sarı, yeşil ışıklar… Neye ya da kime ait olduğunu bilmediğim, bilmek de istemediğim ışıklar… Pencereden uzaklaştım, tüm ışıklar söndü; kapının ardındaki de. Bozuk yaylardan bir ses geldi, irkildim. Göz gözü görmüyordu. Önce kokuyu duydum; ve hep böyle olur. Olduğu yerden ayrılmayan, coğrafyasını bilen bir koku. Duyumsayacağıma inanmadığım, hiç beklemediğim bir koku; ve de hep böyle olur. Orada biri vardı; karanlığımda, odamda, yatağımda, yanımda. Keskin sessizlik odayı doldurdu hızlıca. Hiçbir şey demedi bana yanımda duran o, ya da her kimse. Düşündükçe duymaya başladım onu. Düşündükçe… Hatırladıkça hatta… Hatırladıkça…
Nereden hatırlıyorum ki onu ? Daha önce tanışmamıştım hiç kimseyle. Hissettikçe tanımaya başladım, hatırladıkça; ve hep böyle oldu. Ben doğurmuştum onu bu karanlığa. Teni çok ince, yumuşak ve parlaktı. Bakışları tunçtan bir örs gibi mıhlanırdı yeryüzüne. Yine de gözlerinde hep hüzün taşırdı. Onu ben doğurmuştum kendi karanlığıma; ama o kendi karanlığıyla yaşamıştı bunca zaman. Bulmakta ne kadar zorlanmıştım. Kendi gelip oturmasa buluttan yatağıma, belki de hiç bulamazdım. Senelerdir o çok korktuğum, içimden atmaya çalıştığım ışığı her gece söndüren de sendin öyleyse; ve ben hiç farkına varmadan senelerce, hep sana minnet ederek yaşamışım kendi karanlığımda. Bana çok benzediğin için seni ayıramamışım, gördüğüm her yerde seni kendim sanmışım. Oysa ben bambaşka bir benlik olarak, yeniden dönmek istiyorum sana, karanlığını zedelemeden. Yoksa bunca zaman yanılgıyla mı yaşadım? Burası senin karanlığın… Sen mi doğurdun beni bütün acıları yüklenerek? Bir gün, olgunlaştığım bir gün, beni bulma sözüyle mi uzaklaşıp gittin buradan, bu odadan, kendine en benzeyen karanlıktan…
Tuhaf bir his kapladı içimi. Geleceğin çentikleri kayboluyordu bir bir. Karanlık büyüyor, büyüyordu. Karanlık, önce odayı yuttu; sonra kapı önünde sönmüş duran ışığı, tüm sokakları, tüm ışıkları… Ve en sonunda dünyayı. Bulutlardan yapılmış yatağım kalmıştı geride yalnızca. Bir de o. Artık geçmiş ve geleceği ne aynı anda ne de ayrı ayrı hissediyordum. Hareketsizleşmiş bir zaman vardı önümde. Saatler işlevini yitiriyordu. Soluk almak güçleşiyordu. Gökyüzü yüreğime yerleşmişti ve evrendeki tüm şimşekler yüreğimde çakıyordu şimdi. Başka bir boyuta, başka bir algıya alışmaya çalışıyordum. Ne uzayla, ne uzamla, ne zamanla, ne sözle, ne yazıyla anlatılamayacak, tasvir edilemeyecek yerdeydim. Tüm tanrıların, evrenlerin atasındaydım; mutlak ‘kaosun’ içinde. Karmaşadan, hırslardan, ışıktan arınmış sonsuz dinginlikte onunla bir başımaydım. Her yeri saran tek bir koku vardı artık. Yegâne olan.
Yatağıma uzandı. Bulutlar ağlamaya başladı yeniden. Onların saçlarını okşadı. Onu görmem mümkün değildi karanlıkta. Ancak düşündükçe, hissettikçe var oluyordu orada, hemen yakınımda, yatağımın bir kenarında… Bulutların üzerinde gezdirdi ellerini. Ellerine, bulutların tozu bulaştı. Elindeki tüm tozu karanlığa saçtı; böylelikle yüzünü ışıtacak yıldızlar beliriverdiler karanlıkta. Koca kaos, her yerine mutlu bir çocuk iliştirilmiş gibi parıldıyordu. Işıklardan hâlâ korkuyordum ancak onun yarattığı ışıktan kaçmak içimden gelmiyordu. Aksine, yıldız yanığından ölmek, tercih edeceğim bir ölüm biçimi olurdu benim için. Onun yarattığı ışıkla, kaosa veda etmek; ve en sonunda böyle olur.
Yatağımda uzanmaya devam etti, hiç sıkılmadan. Yanına davet etmedi beni; ben de baş ucunda durup onu izleyerek yetindim. Saçlarıyla üzerini örttü. Bulutlar ağlamaya başlamıştı. Bir elini bulutlara daldırdı, ıslak bir gezegeni bulup çıkardı içlerinden; göğe saldı o küreyi. Nemli elini, kurumuş elimin üzerine koydu. Sıcacıktı. ‘’Uyan sevgilim.’’ dedi alçak ancak uzağımda olmayan, ruhumu sağaltıp ona dinginlik veren o nahif ve yırtılan ipek sesiyle : ‘’Uyan sevgilim, uyan artık. Birazdan dünyaya geleceğiz.’’
Yazan: Can Kahraman