Çok yürümüştü, çok yorulmuştu ve ölmeden ormanın içine girmeyi başarmıştı. Ormanın ilk kısımları az çalılıklardan ve az dikenlerden oluştuğundan oralarda kendinden başka insanlara rastlamak kolaydı; bundandır ki ormanın ilk kısımlarını ormandan bile saymamıştı. Gerçek orman dedikleri yer en derinlerde keşfedilmemiş bir tehlike ağıyla örülü olmalıydı. Ve o tehlike ağına ulaştığınızda, işte o zaman, bir gece ormanda marşmelovlarını ateşte pişirip el fenerlerini çenelerine dayarken saçma halk efsaneleri anlatan şişman izci çocuklardan bir farkınız olurdu. İlerledikçe iç sesiniz yok olur ve herhangi bir meşe ağacından ya da çıngıraklı yılandan daha zeki olamazdınız; çünkü doğa kesinlikle buna izin vermezdi. Zamanınız gelene kadar ormanın derinliklerine doğru hiç yorulmadan ve korku hissetmeden yürümeye çalışırdınız; ormanda ölmek için yine ormanda yaşamak, bu tezat bile gözünüze tezat gibi görünmezdi.
Ormanla ilgili bu kadar yüce düşünceye sahip olsa bile, şimdi açlıktan guruldayan karnıyla gözü şişman ren geyiklerinde olan aciz bir insandan fazlası değildi. Önü yosun tutmuş iri gövdeli bir ağaca sırtını yaslayıp gözlerini bir iki saniyeliğine kapattı. Avlanmak şimdi çok zahmetli ve acı verici geliyordu. Ama yaşamak için de avlanmak gerekliydi ve doğa o gözünü kapatmış halde ağaca yaslanmışken seçmesi için iki şık sunuyordu; avlanmak ya da ölmek.
“Pekala’’ diye mırıldandı, yüzünü ovarken. “Avlanacağım ama çok yorgunum, hem de çok yorgunum, burada uyuyakalacak kadar.’’ Küçük patikaları, sesinin yankılandığı dev mağaraları geçip tırmanmadığı kadar uzun sarmaşık engellerini aşarken dinlenmeye zaman ayırdığını hatırlamıyordu. Dinlenmemişti.
“Ormanın sevgili sakinleri, lütfen bana yardım edin çünkü çok az bir yolum kaldı ve hedefime ulaşamadan ölmek istemiyorum.’’ diye seslendi gökyüzüne. Seslendiği bu orman sakinleri sincaplar, ceylanlar, ayılar veya ren geyikleri değildi; elbette onlar da orman sakinleri sayılırdı fakat bu hayvanların bile orman sakinleri sayıp saygı duydukları, ormanın derinlerinde başka orman sakinleri vardı. Ağacın gövdesinden destek almasına rağmen zorlanarak ayağa kalktı. Heyecanlanmıştı. Henüz orman sakinlerinden ne bir ses ne de işaret almamasına rağmen onlara seslenmek bile tüylerini ürpertmişti.
“Kesinlikle bulacağım sizi…’’ diye mırıldandı. “Ölsem de kalsam da hedefime ulaşacağım.’’
Ormanın derinlikleri neresiydi? Kime göre ormanın derini belirlenmişti, bilmiyordu. Nereye gittiğini, kiminle karşılaşacağını bilmeden ilerliyordu, buna da hedef denir miydi ki?
“Kesinlikle hedef bu, başka ne.’’ diye mırıldandı sinirle, elindeki keskin bıçağıyla karşısına çıkan sarmaşıkları kesip yol açıyordu. “Ölmeyi bile göze alıyorum çünkü bu ormanın sonunu bulacağım, bulduğumda da hedefime ulaşmış olacağım işte.’’ Var olan hedefi için mi ölmeyi göze alıyordu yoksa uğruna öldüğü zaman mı bir hedefi olmuş olurdu? Akşam olana dek sıkılmadan, usanmadan zehirli otları, patikaları, sarmaşıkları aşarak yürüdü. Gökte yıldızlar belirdiği ve güneşin battığı vakit ormanın kapkaranlık, esrarengiz kısımlarından birindeydi. Orada lületaşından inanılmaz derecede büyük, parlak bir mağara buldu, yorgunluktan zayıf bir çubuk gibi iki parçaya ayrılacak durumda olan bacaklarıyla zar zor içine ilerledi. Kendini mağaranın kuytu, karanlık bir köşesine bıraktı. Uyusa çok iyi olacaktı çünkü günlerdir yol yürümekten başka hiçbir şey yapmamıştı. O gözlerini kapatmış vücudunu dinlendirmeye bırakırken mağaranın içine doğru güzel sesli bir rüzgâr esti:
“Çok mu kararlısın hedefinde, yolcu?’’
Rüzgârın güzel sesi adeta kaskatı kesilmiş ayaklarını yumuşatıp ağrıdan zonklayan başının acısını dindirdi.
“Evet, ormanın sonuna dek ilerleyeceğim, kararlıyım.’’ Bir süre sessizlikten sonra rüzgârın sesi tekrar mağarada yankılandı.
“Peki, madem öyle diyorsun. Sana bir soru yolcu, ormanın sonuna ulaştığını nasıl anlayacaksın ki?’’ İşte en başından beri aklını kurcalayan, yalnız hiç cevap veremediği bir soruydu bu.
“İşte, bunun cevabını hiç bilmiyorum, bana söyler misin?’’
“Bu sorunun hiçbir cevabı yok ki.’’
Şimdi öfkelenmişti, bu kadar yolu hedefi uğruna aşmasına rağmen aptal bir rüzgâr karşısına çıkmış saçma sapan konuşuyordu. “Ne demek bu sorunun cevabı yok? Ya orman sakinleri, bu hedef uğruna bulunduğum bütün özveriler, yol boyunca beni izledin rüzgâr, neler çektiğimi gördün ve şimdi bana cevap vermiyorsun. Peki, öyle olsun.’’
Rüzgâr biraz daha şiddetle mağaranın içine doğru esti.
“O zaman sana şunu söyleyebilirim yolcu; işte şu an ormanın sonuna geldin. Hedefinin bittiği an gideceğin bir yol, yapacağın bir seçim de kalmaz.’’
“Ama sen söyledin!’’ diye bağırdı. “Bu sorunun bir cevabı olmadığını, bunca yolu boşuna geldiğimi ima eden hatta söyleyen sendin. Bunun için sakın beni suçlama.’’
Rüzgâr omuzlarından aşağı indi ve resmen boynuna sarıldıktan sonra tekrar konuşmaya başladı.
“Başkaları bizi desteklediği ve heveslendirdiği için mi hedefimize inanırız ve aksi olduğunda hemen vazgeçeriz yolcu?’’
Şimdi rüzgârın dedikleriyle iç sesi tamamıyla örtüşüyordu ve hiçbir cevabı yoktu.
“Bu sadece senin seçiminden ibarettir, insanoğlu yolcu. Çünkü ormanın sonunu sen belirlersin, istersen bin kilometre ötede istersen de bin kilometre geridedir.’’
Rüzgârın sesi alçaldıkça vücuduna ağırlık çöküyor, daha da uykusu geliyordu. Sonunda gözlerini kapattı, rüzgârın sesi de tatlı bir melodiye dönüştü. Fakat bu sefer de iç sesi gece boyunca onu hiç mi hiç rahat bırakmadı.
En başından beri ormanda aştığı o kadar yolu hedefine inandığı için mi gelmişti yoksa sadece bu kadar yolu geldiği için mi bir hedefi olduğuna inanmıştı?
Yazan: Aysu Altaş