Bahçe içinde iki katlı eski bir ahşap ev… Sıvaları dökülmüş, kerpiçleri gözüküyor artık. Hayli yıpranmış ama henüz yıkılmamış, yuva olmaktan çıkmış ama hâlâ ev olmakta direniyor. Evet, evet, artık burası bir yuva değil. İçinde ailecek yemeklerin yendiği sofralar kurulmuyor, soba yanmıyor, sobanın üstünde tıslayan güğüm yok, çocuklar koşturmuyor; yani bir evi yuva yapan hiçbir şey yok artık bu evde. Ahşap kapısından içeri girince büyük bir sahanlık karşımıza çıkıyor. Muhtemelen burası eskiden ahır olarak kullanılan yer. Karşıdaki tahta merdivenlerden yukarı kata çıkılıyor. Ev o kadar harap hâlde ki her basamağa bastığında çıkan gıcırtıdan merdiven yıkılacak sanıyorsun, o yüzden basmaya korkuyorsun. Yukarıda yine geniş bir sofa ve en az üç oda var. Sofada ve odaların her birinde divanlar ve cam önlerinde kanaviçe örtülü sedirler var. Sedirler ne kadar da hoş bir hava katıyor evlere; gösterişsiz ve sade… En çok da camdan dışarıyı izleme olanağı verdikleri için hoşuma gidiyor bu sedirler. Camlar ahşap ve yukarı kaldırılarak açılıyor. Buradaki gibi bahçedeki ağacın dalları da cama değiyorsa bir ömür yaşanır o evde diye geçiriyorum içimden. Balkona çıkıldığında enfes bir doğa-tarih manzarası izleniyor. Aralarda beton binalar olsa da ahşap evlerin çokluğu çok şükür onları kamufle ediyor hâlâ. Nedir bu ahşapla doğanın uyumu? Hiç göze batmıyor şimdiki evler gibi. Aralarında müthiş bir uyum var. Balkonda bir müddet manzarayı izledikten sonra evin bir odasına girme fırsatı buluyorum. Bütün eşyalar birbirine girmiş, eski bir gaz lambası, çekmece, sofaya bakan buzlu camın önünde elde işlenmiş tel kırma bir çevre, tüplü televizyon ve bir sürü eşya. Evin bu dağınık hali sanki alelacele terk edilmiş hissi veriyordu insana; terk edilmiş ve bir daha dönülme fırsatı bulunmamış. Bari diyorum şu tel kırma örtüyü alsalarmış – burada mahvolmuş, el emeği göz nuru… Odada kaldığım süre zarfında kafamdan bir sürü senaryo yazdım eve dair. O evin hikâyesi ne, neden böyle bırakıldı bilemiyorum tabii ki. Hayatın bize sundukları var, insan da olsa eşya da olsa onu yaşıyor. Bazen kaderine terk edilen, bir insan, bazen bir hayvan, bazen de bir eşya oluyor. Bu düşüncelerle evden çıktığımda içimde garip bir his vardı. Sanki küçük bir kız çocuğu kaybolmuş da onu ağlarken ben bulmuşum. Hayat, dedim ne garip… Sen bu evin hâline bu kadar üzülüyorsun da kendi hâlin ne olacak? En az bu ev kadar dağınık değil mi için? Ve sen onları toparlamadan, içindeki yaraları sarmadan hayatına devam ediyorsun. Nasıl bu ev bir gün yıkılmaya mahkûmsa içindeki dağınıklığa bir çare bulmazsan senin de hayat ışığın sönecek. Önce şu sorulara cevap ver: Hayattan beklentilerin neler? Ona uygun mu yaşıyorsun? Değilse beklentilerini karşılamak için neler yapıyorsun? Hayatta gerçekleştiremediklerine sadece hayıflanmakla mı yetiniyorsun yoksa gerçekleştirmek için çabalıyor musun? Çabaladın ve olmadı; o zaman bunalıma mı gireceksin yoksa eyvallah deyip hayatın sana sunduğunu kabullenecek misin? Bak bu ev bile kendine sunulan hayata karşı direniyor. Terk edilmişlik kahrıyla şimdiye çoktan yıkılması gerekirdi. Senin bu evden daha fazlasını yapman gerekir, pasif direnme değil artık aktif olarak direneceksin; içinde seni her geçen gün çökerten ne varsa onların üzerine bir kutu ilaç dök, seni kemirmelerine izin verme! Bahçe kapısından dışarı çıkınca son bir kez dönüp baktım bu eve. Yok, dedim kendimi bu hâle getirmeye kendime daha fazla izin vermeyeceğim…
Yazan: Hatice Duman