Elif’e…
Saçların, rüyanın ipekten beşiği. Yakışmıyor kravatlı bozkırın griliğine, daha çok bir Rumeli köyü canlanıyor gözümde, hafızasındaki tüm rüzgârların saçlarında gezindiği. Derinden akan bir nehrin yeryüzüne çıkışındaki mavilikle harelenen boynun, gökyüzünü yutan çocukların sarhoşluğuyla gölleniyor beyaz çarşafın çukurlarında. Bir martının göğe yükselmeden az önceki hafifliği geziniyor çıtkırıldım kollarında ve ayaklarında. Kıpkırmızı giyinmemişsin de sanki kırmızı ruhuna dolanmış, kalbine dokunmuş ve içinin odalarına dolmuş. Pencerenden bir Ankara sokulmuş, “Ürkek bir adama ne kadar da çok benziyor Ankara, sevdiği kadın için yağmurlarını bile dindiremiyor” dediğin gün gibi, ıslak ve bitkin bir hali var.
Bir ihtimal ki annen çekmiş bu fotoğrafı. Odandaki birçok şey değişirken bu fotoğrafın yerinde hiç kıpırdamadan durması hoşuma gidiyor. Sırmalı aynanın yatağına bakan köşesine, tek raptiyeyle orada unutulmuş gibi tutturulmuş. Gecenin saldığı belaların, sokak boyunca çarkı kırık bisikletiyle gidip gelen bozacıların ve bir karınca duası gibi atan nabzının arasında tüm eskimeyişiyle soluklanıyor. Seni her ziyaretimde bu fotoğrafın önünde geçirdiğim zaman da katlanarak artıyor. Objektiften habersiz uyuyan bedenini söküp alıyorum o kareden çoğu sefer, bembeyaz çalışma masasının yanından usulca geçiyorum, kitaplarını bile incitmiyorum. Aynalı gardırobuna yaklaşırken soluklanıyorum, “Aynalardan korkma, belki de sadece camın rüyasıdır.” diyorsun. Gerçeği anlayacağımı seziyorsun da tesellini koyuyorsun sanki kara kuyruklu bir endişenin alnına. Çünkü tek bir an, sadece bir görüntü fark etmemi sağlayacak. Gevezelik ettiğim, sesini ve yüzünü gezdiğim, Marsilya’da bir gece yarısı, denizde birlikte mehtabı aradığım kadın sen değilsin. Seni mutlu gördüğüm bir hatıranın yansıması sadece. Hayatımın topallayan suretine şaşırıyorsun ve birazdan merakını gidermek için değil de bu kaskatılığı anlamak için soracaksın. Karşı sokaktaki kargo şirketi ışıklarını açmış, sabahı çağırıyor. Henüz uyanma.
“Peki ya benden önce ne yapıyordun bu şehirde? Nasıl tutunuyordun? Bu kadar güzel mi susuyordun yine? Ne değişmiş olabilir ki benden sonra, yaşadığın bu yerde?”
Sen gelmeden önce Ankara’da her şey incinen, çiçekçilerin adreslerini karıştıran, eve çok yorgun dönen, doğum günlerini unutan insanların elinde filizleniyordu. Kabına küsen menekşeler diyarıyken bizler, sen sinemaların tüm şehrin kalbi olduğunu hatırlattın. Sokağına uğrayan kedilerin de bir adı olduğunu ve meydanlarda şiir okurken arkanı kollamadan gökyüzünün de seyredilebileceğini öğrettin. Tanrı, senden kısa bir süre sonra bize hayallerimizi ve düş kurarken dinleyebileceğimiz tüm müzikleri verdi.
Sonra mı? Bizi bir ikindi vakti terk ettin. Usul usul uzaklaşan insanların faziletine inanmayan bir hırçınlıkla, aniden gittin. Zaman ve yaşam aynı kaba boşalmayı bıraktı. Bağımsız hale geldi birbirinden. “Bugün mercimek çorbası var” diyen annemin ağzında asılı kalan “oğlum” kelimesinde tökezleyen zaman, bir hastane koridorunun beyazlığında hızlanıyor ve hayatı kaçırırken beni de sustuğum köşelerde unutuyordu. Bir boşluğu anlamak, o boşluğa düşmekten daha çok acı veriyordu. Anlamın kaygan zemininde tutunamıyordum, şehrin tekrar sararan ve susayan taraflarından deliliğin tüm tarlalarına yağıyordum.
Delilik. Odana bu ziyaretlerimi fark ettiğin gün, özleyen her insanın deliliğe koşan bir gölgesi olduğunu da anlamanı diliyorum. Özlemek, şuncacık hayatın daralarak yaşamamıza ayak uyduramaması, bir tavşan deliğine girip kendini her şeyiyle birlikte unutturması belki de. Odanda gezinen ellerim, ayaklarım ve deli pelerinimle birlikte yaşamı saklandığı yerde bırakmış, onun içine dolacak kadar kendimi mutlu hissedememiştim.
Eşikler vardı içimde bir görünüp bir kaybolduğun, pencereler vardı burnumda tüten uğurladığın güvercinleri izlediğin, dâhil olamadığım güzel anların, öneremediğim kitaplar, kışın mutfaktaki nar kokusu, sabahları ayaklanan eşyalar, saçlarını açmandaki esrar, fısıldadığın sesleri unutan odan…
Seni izliyorum. Bir kadını uyurken izlemek, gitmek istediğim başka hiçbir yer yok demektir. Dünyaya özgü bir şey değil. Sanki taşların, ovaların, günlerin, kısacası aklına gelecek her şeyin yaratılışından bir süre önce gerçekleşip de bizi ıskalayan bir durum. Çok sonraları Edip’in dizeleriyle yeryüzüne düşmüş olabilir. Düşen ve alçalan şeylere ilgim zannedersem bu yüzden, kim bilir.
Anılar toplamak için buradayım, uykularından uzanıp da değemediğin düşlerine bir geçiş bulmak derdim. Beyaz önlüklerine bakıyorum, insanda ince bir sızı şeklinde saygı uyandırıyorlar, utanıyorum hayatta bir dala sap olamayan tüm adamların adına. Yarın viziteye çıktığında tokanı bulamayacaksın cebinde, gücenme sakın annene ve anla artık saçlarının ideolojileri tersine çeviren, kayıp kıtalara açılmış halini.
Bu satırlardan sonra sözlüğünü bir kelimelik yükten kurtarıyorum. Acı çekmek özlemek yerine geçsin artık aramızda. Acı çeken insanların aynı zamanda koku alabilen canlılar olması bir tesadüf mü sence? Parfümlerine bakmadan odanın diğer ucuna doğru yürümek istiyorum, sanki o kaçınılmaz buluşmayı erteledikçe şişeden yüzüme vuran koku senin değil de sana çok benzeyen, sokaktan geçen herhangi bir kadına ait olacak. Yapamıyorum. Dört duvar arasındaki her eşyan küçük birer titreşimle kımıldıyor ve yüz çeviriyor. Leylak çiçeğinin saf kokusuna bulanmadıkça onlardan biri olamayacağıma karar veriyorlar. Yabancı birine kapılarını kapatan zihnin içinde kalmış değerli hatıraları düşün. Korkuma akıl erdirebilmiş olmalısın. Masana yaklaşıp parfümünü usulca alıyorum. Kapağını hafifçe çeviriyorum. Her gün tanık olduğun bu kokuyu sana nasıl anlatmalı ki?
Bir tren düşün. Tarifeleri daha ilk basamakta yırtmışsın. Nereye gideceğimizin hiçbir önemi yok. Yetişmemiz gereken bir meşgale bile yok. Sınıfının duvarlarındaki çatlaklardan bir katedral oluşturmaya çalışırken, Humerus kemiğinin adını hatırlamaya uğraşırken heybene topladığın tüm zaman zerrecikleri ikimiz için işte bugüne birikti. Biz her şeyi daha yavaş yapan iki kişiyiz artık. Çoğalıyoruz böylece ve koridorda gezen bulut gözlü adamın, yanımıza sokulmuş serin nefesli biletçinin de yerine seviyoruz. Perdeleri açıyorsun. Sazlıklar bir doğa türküsü tutturmuş. Güneş yüzünün tüm kıvrımlarını alıp içime düşürüyor. Birden hareketleniyorsun. Ellerimi tutup kapıya doğru koşuyorsun, parmaklarımda hiç bilmediğim bir tat uçuşuyor. “Mutluluk trenlerde icat edilmiş.” diyorsun. İnanıyorum. İnanmak, seni anlatacağım bir gece yarısı öyküsünün ilk cümlesi oluyor. Masmavi denizi kucaklayan, mavi badanalı bir evi beğenmişsin, çocukluğunun kartpostalları gibi. Atlıyorsun. Toprağın sıcaklığı etini eflatuna boyuyor. Yanı başımızdaki çiçeklere sığınıp evi izliyoruz. Leylak çiçeği ise önce seni sonra denizi görüyor. Tüm leylaklar mucizeleri ilk görüşte tanır.
Anladığını biliyorum. Bu çağa yakışmıyor sana dair umut biriktirmek, seni sabahın ilk ışıklarına kadar izlemek. Kafamda kurduklarım boşuna değil, sadece bambaşka bir çağ bulma uğraşı. Şikâyetten, pişmanlıklardan ve korkulardan arınmış bir dünya… Çünkü sen, hüzünlerini bile renkli çikolata kâğıtlarında saklayan küçük bir kadınsın. Yakışmıyorsun bu dünyaya…
Birazdan kalkacaksın. Mutfağı arşınlayacak, gazetelerin kan bulaşmamış sayfalarına bakıp yarın sabaha kadar bir parça umutla dolaşacaksın. Sonunda “Günaydın!” derken sen, annenin uç uca eklediği sigaralar, babanın ev geçindirme telaşı ve teyzenin bitmeyen bel ağrıları bir süre unutulacak… Bense bahsettiğim deliliğin tüm tarlalarında yepyeni bir yağmura koşacağım.
Eylül 2016
Marsilya
Yazan: Orçun Yalçın