Mektubu mühürledin. Mektubu çantana atar atmaz gölgelerin içindeki gizli boşlukta eski iyilikler yeni bir ad buldu sana. Merdiven başında bekleyen, kucağında kısık sesli bir radyoyla cumartesi günleri güneşe sarılan yalnız bir çocukluğa. Kimse seni bulmuyor. O hangi şişe, ellerinde akşamı tuttuğun? Kaldırımın çok gerisinde batıyordu güneş. Şimdi saçları beyaz bir anneye döküyorsun sırlarını. Bunları yaşadın mı? Her yeni gün, evet… Ya da daha şairane: Ben bu mektubu sadece yazdım. Belki hiç kimse okumayacak.
Kayıklar geçiyor gümüşler kadar parlak ve durgun denizden. Cansu’nun gözlerine batan ışıklardan temizliyorum ikindiyi. Çocukluğundan beri bayılır o, günün bu yorgun vaktine. Bastığı yapraklar çıtırdayınca Hâşim’in “Merdiven” şiiri düşer aklına. Hüzünlenir, kimsenin durduramayacağı bir ağlamakla baş başa kalır. Yüzü daha beyaz, saçları her zamankinden siyah. Yağmurdan uyanmış, kışı geciktiren, kışın tıklım tıklım sınıflarını, karanlığını, çamurunu uzağa götüren yepyeni bir bakış var gözlerinde. Sen bizleyken güneş hiç kaybolmayacak gibi inanıyoruz doğan güne tereddüdümüz yok. Çocuklar akşam olunca oyunlarından yorgun ama mağrur, kalplerine inanarak dönecek çünkü evlerine. Pencereyi açan kız, çok eskilerden koklanmış bir papatya kokusu duyacak sevdiği adam uzaklardayken. Sadece sevmemiştir, güvenmiştir çok, çocuğu ve babası yerine de koymuştur adamı; günler anî bir yüzyıla hazırlanırken. Yeni yılda avuçları papatya kokacak mıdır?
Tanıdıklarının aksine; Cansu bilmek değil, inanmak istiyor. Geceleri karşı köyde parlayan, titreyen ışıkları izlemeye ve yarına… Bir gün o günün geleceğine inanmak istiyor. Sis buraları basmadan, daracık bir kıpırtıya esir olurken ışıklar. Pencereden dışarı bakıyor, biraz daha gülümsemeye çalışırken kalbinden bir kez daha devriliyor şehir. Kalbinden fırlatılan kuşlar ayağa kalkıyor daha uzağa göçmek için. Dudakları geceleri uyumadan önce günlük tutuyor gibi kımıldıyor: Annemin ölmeden önceki son mektubunu okudum. Bu şarkının ismini yazıyor başlığa. Bütün hayatı seriliyor ayağının altına ölmeden evvel. Lâcivert bir ülke. Geleni gideni hep arsız. Eziyorlar kalbini. Bütün akşamların sabahında hüzün dolu kahvaltılarda titriyor dudağı. Dudaklarına sıcak elleriyle dokunan kimse yok. Hayallerin umutların eşiğindeyken ne bir rüya görüyor artık ne de kalbini sarsan ağız dolusu içten kahkahalar atabiliyor. Başka bir hayata oymuşlar onu. Namazlarında bile, artık ağlamaya başlamış…
Gece geçti uzun uykuların, kedileri evsiz bırakan yüksek yapılardan, titreyen ıslak korkuların üzerinden gece geçti. Cansu kara yağmurda sislerin içinden geçti kedileri doyurmak için. Yeni bir çukur açmışlar evin dibine. Çukurdaki suya bata çıka ilerledi. Kediler oradaydı hep. İnsan seslerini andırıyordu inleyişleri. Cansu, bütün kalbi soba olsun, onları ısıtsın istedi. Ayakları ıslanmıştı. Uyuşan kucağına düştü gözyaşları. Bir mucize olsun isterdim. İyi insanlara ve içtenliğe inanmaya her zamankinden daha muhtaçken bir mucize olsun, yeni bir bakış atayım derdim bu gri ve geçmişimin olmadığı ülkeye. Onunla geldim. Ona inanmanın gün batımındayken, elim varmıyor yeni mektuplara. Hayatım emanetti. Hayallerimizde balık yemek vardı geniş denizlerin karşısında. Hiç ayrılık yoktu. Bir mucize olsun isterdim, mucize gerçekleşmiyordu. Bu unutulmuş yüzyılda herkes gibi ben de ölümü bekliyordum belki de. İnsanlardan, anılardan, denizlerden, ülkelerden, hayallerden, yeni günlerden vazgeçelim.
Çünkü kırgındım mucizelere; inanmıyordum, olsalar bile. En son ne zaman, hangi gün inanmıştım mucizelere?
Mucize belki de hiç incinmemiş çocukluk çağıdır. İçine girip saklanıp dans edeceğim bir çocukluğa sahip olamadıktan sonra kendi çocuklarımı doğurmanın anlamı neydi? Baştan alıyorum bu cümleyi. Belki her şey… Yanlış yanlış. “Bilmem o doğmayan çocukları ben mi doğsam.” Şiiri hatırlamıyorum. Turgut Uyar’a ait bir dize gibi geliyor bana. Cansu’ya yıllar önce okurdum. Cansu ile mısırları biz soyar pişiririz. Kimse gelmesin yanımıza. Korku doluyuz. Gözlerini dolandırmasın gün üzerimize. Siz gidin, bize görünmeyin.
-Senin adın ne?
-Gün.
-Efendim? Doğan, parlayan, sarı bir ışıklı, bildiğimiz pazartesili, salılı hani…
-Evet. Annem takmış ismimi. Gün ışığına âşıkmış annem kızlığından beri. Yirmi yıl güneşsiz bir evde yaşamış. Gözleri kamaşmış bir gün güneşi görünce. Gözyaşlarıyla açmış perdeyi. Güneşin yanına gidip ona sarılmak istemiş. Bir ülke aşmış kendi bile bilmeden. Başka bir karanlıkta yaşıyordu annem. Kendi karanlığında ama ufacık bir yerde kaybolmuş. Sonra ben doğmuşum.
Gölgesi annemin bir kuş sürüsü olsun isterdim. Bütün çiçeklerden taşarak kokusu ellerimi bulsun, gidelim.
Gün, elleriyle dudaklarını kapadı yanlış bir şey söylediğinden şüphelenerek. Cansu baharın utandırdığı vişne ağacının gölgesine koştu. Gün’e bakarak gülümsedi. Hıçkırığa benzeyen gülüşü aydınlandı. İncecik bir şey vardı Gün’ün bakışlarında. Şiirden yapılma bir dudakla tebessüm ediyordu, öylesine aydınlık ve biraz pembe. Vişne ağaçlarının az ötesindeki papatyalara eğildi Cansu. Birer birer toplamaya başladı boynundan dökülen inci tanelerini, papatyalarını karanlık bir akşamda bulmuşlar. Gün yürüdü ikindinin peşinden. Sıkı örülmüş bir papatya tâcını uzattı Cansu’nun beyaz ellerine. Cansu’nun gözlerinden iki ürkek serçe uçtu. Baharın imrendiği uzak bir anıda yaşıyordu günler.
-Anlat bana.
-Neyi?
-Annem yanan sobaya odun atarken çok mutlu olurdu. Ama akşam sofralarına hiç beraber oturamazdık. Ağlardı akşamları, beyazdı nefesi, kar gibi ferah… Annemin bir kokusu vardı. Boynu ve elleri portakal kokardı. Ona sarıldıkça kaybolmak isterdim.
Pencereden dışarı baktılar. Mezarın başucundaki ağaçta portakallar sallanıyordu. Bir rüyanın şarkısında kaybolmak üzere, annelerine yazdıkları mektupları ve topladıkları papatyaları bırakıp çok uzaklara gittiler.
Yazan: Zeynep Altıntepe