Beyaz renk yerdeki dağılmış birbirinden bağımsız kömür rengi saç tellerine baktı sevinç ve üzüntü ile. Evet, dağılmış birbirinden bağımsız kömür renkteki saç telleriydi bunlar… İki renk arasındaki kontrast hoşuna gitmişti besbelli. Bu zıtlık biraz da son günlerde hayatında yaşadığı karmaşık duyguları ve gelgitleri yansıtıyordu onun için… Hem şimdilik sayılması zor olmayan bir tel sayısı vardı yerde. Ağrıyan sırtını yere doğru eğdi ve tek tek dökülen telleri saymaya başladı. Tek mi? Çift mi? Evet tek sayıydı dökülen teller. “Tek ve yalnız olmak benim kaderim” diye geçirdi içinden. Sonra “saçmalama” dedi kendi kendine. Alt tarafı dökülen bir saç öbeği… Ne ilgisi var? İçinden bu düşüncesini defalarca tekrarlamasına rağmen onu böylesine huzursuz eden neydi peki? Kaçınılmaz sonunun ne olduğunu biliyor olması mı? İstemsizce aynaya takıldı tekrar iri siyah gözleri. O simsiyah saçları eskisi gibi gür ve parlak gözükmüyordu çünkü. Hiçbir şey artık eskisi gibi değildi ki. Ve olamayacaktı da. Bunu biliyor ve kabullenmek zorunda olmanın verdiği çaresizlikle yere doğru eğildi ve dökülen saçlarını bu kez tam tersi itinasız ve umursamaz bir tavırla toplayarak metal rengi çöp tenekesinin içine attı.
Saat 23.00’a yaklaşıyordu. Bir günün daha bitmesine sadece bir saat kalmıştı. “Ohh!” diye içinden geçirdi. Bugün de bitmek üzere. Gözü adeta duvarda asılı olan saate takılı kalmıştı. Saatin yarattığı ritmik ses ve hareket içini huzurla doldurmuştu. Kendini bir bebek arabasındaki bir bebek kadar güvende hissetti bir an. Evet belki de annesinden kalan tek tük hatıradan biriydi bu saat onun için. Ama ne çare, ansızın annesini hatırlamak, içinde yine bir hınç ve intikam alma hissini oluşturmuştu Alice’in. Annesine ait, artık hiçbir anı ve eşya istemediğini ve geçmişini hatırlamamak konusunda kararlı olduğunu anlamıştı artık. Bir an elini saatin camını kırarak içine sokabileceğini düşündü. Hem böylece saatin akrep ve yelkovanını birbirine çarpıştırabilecek, ikisini istediği an eliyle ittirebilecek, bir ileri bir geri çevirebilecek ve hatta isterse büküp kırıp atabilecekti. Böylelikle hem geçmişini değiştirebilecek, şu anı durdurabilecek, hem de geleceği istediği gibi yönlendirebilecekti. Zamanı durdurmak, geçmişi ve geleceği değiştirmek değil miydi zaten istediği? Hayatta her şeyden çok istediği şey bu değil miydi? Sonra düşündü, değmezdi ki canını boşu boşuna acıtmaya… Kimse, başta annesi olmak üzere, onun acıyan canı için üzülmeyecekti çünkü. Ardından, gözü bu sefer mutfak masasının üzerinde olan metal renkteki dijital saate takıldı bir an. İçi önce huzurla ardından kaygı ile doldu yine… Yine karmaşık duygular. Yine zıtlıklar. Hızla geçen zamana karşı nasıl yenik düştüğünü, ne kadar az vakti kaldığını, bir dijital saatin bile onu nasıl rahatsız ettiğini, o soğuk metal rengin içini nasıl ürperttiğini, teknolojiyi sevmediğini, sevemediğini ve hiçbir zaman sevemeyeceğini düşünerek pencereye doğru yöneldi. Bir önceki günü hatırlayarak bu sefer pencereyi zorlayarak açmayı denedi. Zorladıkça daha da açılmak istemiyordu sanki bu boyaları dökülmüş beyaz renkli, eski ve yorgun pencere. Sevgi dolu gözlerle baktı Alice pencereye, babasını ve çocukluğundaki tek tük güzel anıyı anımsayarak. Hep bu pencerenin önünde beklerdi babasını iş çıkışlarında, eve dönerken. Sonra yine annesi aklına geldi. Yine içi daraldı. Niye her güzel duygunun ardından hep kötü bir duygu, yani annesi, aklına gelip onu mutsuz etmeliydi. Niye bir pencereyi bile açması için bunca çaba harcaması gerekiyordu hayatında. Niye annesinin onu sevmesi ve kabul etmesi icin bu kadar çabalaması gerekiyordu. Sonra tekrar pencere geldi aklına. Silkelendi. Bu kış gününde herkes aynı çabayı harcıyor muydu evlerinde pencelerini açarken diye düşündü. Evin içindeki soğuk yetmiyormuş gibi hastalığı, bunca yılların getirdiği kırgınlık, yorgunluk, yalnızlık duygusu yetmiyormuş gibi bir de bu lanet olası pencereyi mi açması gerekiyordu şimdi. Tüm çaba birazcık temiz havayı ciğerlerine çekebilmek içindi oysa ki. Yine diğer insanlardan daha çok çabalaması gerekiyordu bir amaca ulaşabilmesi için. Kimin umrundaydı ki halbuki ulaşabileceği amaçlar. Ne kendi umrundaydı ne de çevresindeki onu seviyor görünen ailesinin. Sonra temiz havayı derin derin içine çekti ve ciğerlerini düşündü, acaba onlar hallerinden memnun muydular? Bu hastalık aşamasında onların da pek keyfinin yerinde olmaması gerekmez miydi? O ciğerler ki senelerce ona hizmet etmiş nefes almasını sağlamış ama artık ona itaat etmemeye karar vermişlerdi. Onlara isim vermek istedi. Alice ve Bob. Alice sağ, Bob ise sol akciğeri temsil ediyordu. Alice Bob’dan 1/5 oranında daha büyük nasıl olsa ama ikisinin de birbirine ihtiyacı vardı sonuçta, yaşamlarını sürdürebilmek için, diye düşündü. Tekrar temiz havayı içine çekmek için zorladı kendini, hastalığının son dönemlerine girdiği için artık bayağı zorlanıyordu. Durup soğuk havayı yüzünde ve gözlerinde hissetti bir an ve pencereyi üşümesine rağmen tekrar kapamak istemedi. Çok üşümesine, kendini güvensiz hisetmeye başlamasına rağmen. Kapatmak istemedi pencereyi. Soğuk rüzgar yüzünü kesip geçiyordu adeta. Çocukluk anıları tekrar geldi aklına ya da travmaları mı demeliydi. O kadar kötü bir çocukluk yaşamış ve o kadar az güzel anısı vardı ki mutlulukla hatırlayabileceği. Unutmak, bastırmak daha kolaydı belki de onun için birçok şeyi. Sonra pencereyi artık kapaması gerektiği tekrar aklına geldi ve yarın gideceği tedavisi. Fazladan hasta olmak gibi bir lüksü yoktu ki artık. Zaten hastaydı. Hiçbir zaman hiçbir konuda lüksü de olmamıştı ki zaten çocukken.
İçerisi iyice soğumuştu şimdi. Perdeyi kapadı ve yatağına doğru yöneldi. Krem rengi yatak örtüsünü kaldırmadan usulca kıvrılıverdi yatağın üzerine. Ağrılarını daha az hissedebilmek için vücudu dışında başka şeyler düşünmeye zorladı kendini. Aklına ilk maaşıyla aldığı kitap, ilk sevgilisi, ilk izlediği sinema filmi, ilkler geldi işte bir anda. Hayatındaki ilklerini hatırlamaya ihtiyacı vardı bugün. Bu belki de bir veda etme şekliydi onun için. Sonunun geldiğini düşündüğü şu günlerde. Daha fazla vaktim olsa neler yapmak isterdim veya yapmamak isterdim acaba diye düşündü. Birçok insan gibi şunları isterdim, bunları istemezdim diye bir cevap bulamadı kendine. Çünkü o kadar bastırmıştı ki geçmişini ve çocukluğunu. Doğru dürüst hatırladığı bir anısı bile yoktu. Nasıl bir insan olduğunu ve nelerden hoşlandığını düşündü bir an; net bir cevap veremedi kendine. En sevdiği renk neydi? Sevdiği bir futbol takımı var mıydı? En sevdiği müzik grubu kimdi ve müzik türü neydi? En sevdiği arkadaşı kimdi? Düzenli okuduğu bir dergi var mıydı? Her bulamadığı cevap kendisini daha da kötü hissetmesini sağladı ve suçu yine mutsuz geçen çocukluğuna ve annesine yükleyerek. Sonra tekrar umursamazca gözlerini kapadı ve yatağın içinde acıyla miyavlayan bir kedi gibi kıvrıldı. Hem artık ne önemi vardı ki bu sorulara vereceği cevabın. Birkaç ay sonra ölecek bir insanın, geçmişini, şu anını ve geleceğini sorgulamasının ne önemi olabilirdi ki? Yanı başında duran lambayı söndürdü. Gözlerini kapadı ve çocukluğundan beri her gece okuduğu duasını tekrarlayarak uykuya teslim etti kendini. Yarının ne getireceğini düşünmeden ve umarsamadan. Teslimiyet, çocukluğundan beri bildiği ve becerebildiği tek şeydi sonuçta…
Ertesi gün çalar saatinin sesi ile uyandı Alice. Uyanır uyanmaz yaptığı ilk iş elini başına götürmek ve saçlarını yoklamak oldu. Evet, tüm saçları yerli yerindeydi. Emin olabilmek için yatağından fırladığı gibi aynanın karşısına attı kendini. Tüm saçları eskisi gibi upuzun, parlaktı ve omuzlarına dökülüyordu. İçinden derin bir oh çekti ve derin bir nefes aldı. Görmüş olduğu rüyanın etkisini üzerinden atarak “oh iyi ki ben değilim” diye düşündü. Bu duygusu hasta olan insanlara karşı duyduğu acıma hissinin yanında, içinde gizli kalması gereken “iyi ki ben değilim mutluluğu” duygusu idi; hafif bir vicdan azabı izleyerek. Ama her şeye rağmen yaşamaya değer diye düşündü ve güne güzel ve sağlıklı başlamanın verdiği mutlulukla tuvalete doğru yöneldi.
Yazan: Zeynep Gjervan