Zaman kavramı, içi boşaltılmış bir tekrardan ibaret. Ömrüm, uçsuz bucaksız bir boşluk içinde savrulan meteor taşı. Ruhum kan revan içinde. Kalbim, kaburgalarıma baskı yapıyor. Kapana kısılmış gibiyim. Özgür olmadığımı ve güçsüz bir varlık olduğumu iliklerime kadar hissediyorum. Hayata, insanlığa, evrene bir anlam katamıyorum. Aklımın alamayacağı gerçekleri anlamak için gücümün olmadığı gerçeğini, çarpıcı bir şekilde öğreniyorum.
Aslında ben böyle biri değildim. Çocukluğum ve gençliğim huzur ve sükût içinde geçti. Şimdi yaşadığım bu girdap nasıl oluştu bilmiyorum. Bilinmeyeni beklemek, bekledikçe bilinmezliğe sürüklenmek… Benim yaşadığım sanırım bu.
Zaman geçtikçe hayallerim ve umutlarım eridi, tükendi ve bitti. Gözlerimin içi yanıyor ve beynimin içinde savaş boruları ötüyor…
Burada kendi hikâyemi anlatacağım sizlere. Benim hikâyem:
Kafama bir silah dayayıp bütün sıkıntılarımı sona erdirecek birini arıyorum. Kendim niye bu işi yapmıyorum? Siz de öyle düşünüyorsunuz değil mi? Sanırım ben o kadar yürekli biri değilim.
Bunu yapması için bir gönüllü bulmam lazım. Bana yardım edebilecek kimsem yok. Zaten bu isteğim ilk etapta bir yardım olarak algılanmıyor. Ayrıca eşe dosta, bunun izahını yapmak ile yoramam kendimi. Bu kişiyi ben bulacağım. Yaşadığımız yüzyılı pozitif yönde geliştiren ancak benim için yapaylaştıran teknolojiden yararlanmam gerekiyor.
İnternet sitesine ilan verme fikri biraz çılgınca gelebilir. Ancak buna mecburum, başka çarem yok. İlanı alenen vermem mümkün değil. “İş hakkında bilgiyi ofisimize geldiğiniz zaman vereceğiz” ibaresini düştükten sonra büyük harflerle çok büyük bir vaat veriyorum:
“BİR TIKLA HAYATIN DEĞİŞECEK!”
Hayatımın her ne kadar anlamsız olduğunu düşünsem de, bu yaşamdan ilişiğimi kesecek kişinin az da olsa nitelikli, bilgin birisi olmasını isterim. Benim neden böyle bir karar aldığımı anlaması, düşünmesi, hissetmesi gerekir. Sonuçta şu ana kadar biriktirdiğim bütün maddi varlığımı ona devredeceğim. En önemlisi bu hayatta en son göreceğim kişi o olacak. Bir nevi eğer varsa bir varlığım, ölümümden sonra ona sirayet edecek. Ve sayısız telefon gelmeye başlıyor. Bir sürü soru ile karşılıyorum:
“Merhaba, ilan için aramıştım. Hemen başlayabilir miyim?”
“İyi günler. Ne tür bir tıklama bu?”
“Alo. Sadece ben mi tıklıyorum yoksa siz de tıklayacak mısınız?”
”Siz saadet zinciri misiniz?”
Ben zincirleri kırılmış bedbahtım. Kutup ayısını arayan bir bedevi… Bu süreç beni daha fazla umutsuzluğa sürüklüyor sanırım. Farkındayım çok nazlı bir maktul adayıyım. Ve bu nazlanmayı bir kenara bırakacağım. Boğaziçi mezunu bir katil bulamam ki! Kararımı veriyorum: Arayan ilk kişi ile yüz yüze bir görüşme yapacağım. İşte katil adayım telefonumu çaldırıyor.
‘Merhaba. İş ilanı için aramıştım.’
‘Merhaba. İsminiz nedir?’
‘Selim Kalan.’
‘Ben de Selami Şık. Memnun oldum. Sizi ofisime davet edeceğim.’
‘İşin içeriği hakkında bilgi vermiyorsunuz sanırım.’
‘Sanırım vermiyoruz. Gelin burada verelim.’
‘Tabii, adresi rica ediyorum.’
‘Aşikâr Mahallesi, Apaçık Sokak, No: Zemin Kat.’
‘Bir saat içinde orada olacağım. Görüşürüz Selim Bey.’
Bir saat içinde gelmişti. Sözünün eri olduğunu görmem keyfimi yerine getirmişti. 20’li yaşların ortalarında, orta boylu, zayıf biriydi. Kot pantolon ve tişört ile iş görüşmesine gelmesini biraz laubalice bir tavır olarak yorumladım. Sonuçta bu bir iş görüşmesiydi. Kel, göbekli, herkese tepeden bakan, memnuniyetsiz, tam olarak ne iş yaptığı belli olmayan İnsan Kaynakları Müdürü olsaydım, notunu kırardım. Lakin şu bir gerçek ki; müdür değilim ve şirketime CEO aramıyorum. Suratındaki ebleh bakışından iş yeri veya ofis yerine neden dağınık ve loş bir evde bulunduğunu anlamaya çalıştığını fark ettim.
‘Neden bir evde olduğunu merak ediyorsun değil mi?’
‘Açıkçası evet. Yani, bu evde tam olarak ne iş yapabilirim diye düşünüyordum.’
‘Merak etme. Genel bir iş değil sadece benimle ilgileneceğin özel bir iş olacak.’
‘Anlayamadım. Nasıl bir ilgilenme?’
‘Sadece bana odaklı bir hizmet.’
‘Ne demek istiyorsun sen?’ diye bir hışımla ayağa kalktı. Konuyu nasıl algıladığını anlayınca gülmeye başladım.
‘Sen ne tür bir sapıksın ulan. Ruh hastası bir de gülüyor.’
‘Yanlış anladın beni. Öyle bir iş değil.’
‘Bir tık falan yazmışsın zaten ilana. Sen neyin peşindesin?’
‘Sakin ol. O tık, öyle bir tık değil. Bu tık başka tık.’
Gülmemi bir türlü durduramıyordum. Selim ayağa kalktı. Yumruklarını sıktı ve bana doğru gelmeye başladı. İsteğimin bu kadar çabuk gerçekleşeceğini düşünmemiştim. Elini havaya kaldırdı, göz göze gelmiştik. Duraksadı ve yüzünde lanet edercesine bir ifade vardı. Bir anda arkasını dönüp kapıya doğru yöneldi. Hemen ciddi bir havaya büründüm. Ve seslendim:
‘Beni öldürmeni istiyorum!’
Donup kalmıştı. Sırtı bana dönük olmasına rağmen surat ifadesini tahmin edebiliyordum. Sonsuza kadar donamazdı. En sonunda bir karar verdi ve yüzünü bana döndü. Alaycı bir ifade ile konuşmaya karar verdi.
‘Nasıl bir şaka bu? Anlamıyorum, iş ilanı veriyorsun ve böyle anlamsızca bir şey söylüyorsun. Şaka falan mı yapıyorsun?’
‘Söylediklerim tamamı ile gerçektir. Bundan emin olabilirsin.’
‘Emin olmak falan istemiyorum. Ben buradan gidiyorum.’
Hemen ayağı kalktım ve kolundan tuttum. Elimde hazırlamış olduğum kâğıdı cebine koydum.
‘Burada, beni öldürdüğün vakit kazanacağın tutar, yani mirasım yazılı. İki gün içinde dönüş yaparsan bu iş senin. Unutma; benim ölümüm, senin doğumun olabilir.’
Yine duraksamayı yaşıyordu ama bu sefer ciddi olduğumu anlamıştı. Nasıl bir işin içine girdiğini düşünmek istiyordu. Kapıyı çekti ve geri sayım başladı. Sonsuzluk içinde bir son ve sonun ardında bir başlangıç…
Televizyonumu satalı bir yıl olmuştu. Akşamları evde karşı duvarı seyretmeyi tercih ediyordum. Annemden kalan dantelleri incelemek ayrı bir keyifti. İşi gücü bırakalı bir yıla yakın olmuştu. Açıkçası yokluğunu pek hissetmiyorum. Biz geniş hakları olduğuna inandırılan modern köleleriz. Yalnızlığın verdiği olumsuz düşünce deryasında yüzüyorum. Yalnız kalmak benim kaderim. Kendimi bir trene benzetmem gerekirse – ki niye bu gereksin bilemiyorum. Ama illa benzetmem gerekirse şöyle özetleyebilirim: Hayatımın ara istasyonları çok insanla doldu, fakat son istasyonda hep yalnızdım. Belki de herkes son istasyonda yalnızdır. Bilemiyorum, zaten başkalarının hayat hikâyeleri, yalnızlıkları umurumda da değil.
Günlerimin hep böyle elem ve keder içinde geçtiğini söyleyemem. Kendimi avutabildiğim meşgaleler var. Ancak başımı yastığa, daha doğrusu boşluğa koyduğumda bütün gerçekler yüzüme acımasızca çarpıyor. Uçsuz bucaksız bir kumsalda, ufacık bir kum tanesiyim. Kavurucu güneşin altında bir nebze ferahlamak isteyen bir tane. Ne denize kavuşabilirim ne de güneşten kaçabilirim.
Birbirinin benzeri olan birkaç gün daha böyle geçtikten sonra kapımın çalınma heyecanı ile beklemeye koyuldum ve çok geçmeden kapı çaldı. Büyük bir heyecanla kapıyı açtım. Karşımda kafasını öne eğmiş genç bir adam duruyordu. Neden bunu reva görmüştüm bu çocuğa? Bilemiyordum. Kendime de çok şefkatli davranmamıştım. Elimle gel içeriye manası çıkarılabilecek bir hareket yaptım. Sesini çıkarmadan içeriye geçti. Artık karşılıklı uzun bir suskunluk yaşayabilirdik. Nitekim de öyle oldu. Yaklaşık yarım saat sessizlik hâkim oldu. Hiç beklemediğim anda beklenmedik bir şekilde açılışı yaptı:
‘Neden?’ diye sordu.
Kısa ancak derin bir soru sorması hoşuma gitmişti. Uzadıkça niteliksizleşen ve gereksizleşen kelimelerle dolu bir cümle beni korkutuyordu. Hayatın da bu formatta olması gerektiğini düşünüyordum: kısa ve derin.
‘Bunları sana anlatmamı istiyor musun?’
‘Evet. Bu işi yapacaksam içimde ukde kalmamalı.’
‘Ben de öyle istiyorum. Ölümüme neden olacak kişi, benim için ayrıcalıklı olmalı.’
‘Bak hayatımda çok zorlu bir dönem geçiriyorum. Ben katil değilim ancak bu paraya gerçekten çok ihtiyacım var. Ben de bir iki aydır intiharı düşünmekten kurtulmaya çalışıyorum. Çok değişik bir duruma düştüm.’
‘Sen de mi?’ dedim şaşkınlıkla. İntiharı düşünen birine kendimi öldürtmek… Durum gittikçe cezbedici bir hâl alıyordu. Düşünceli bir şekilde halının desenlerini incelemeye başladı. Halı incelemesi ne kadar ilginç bir eylem diye düşündüm. Bayramda, özel günlerde, uzaktan akrabaları ziyarete gidince de izleme gereksinimi duyuyorsun, birini öldürmeyi düşünürken de.
‘Evet.’ diyebildi sadece. Kısa ve net cevaplar veriyordu. Anlaşılan biraz ortamı yumuşatmak iyi olacaktı:
‘Sen maddi olarak bu hayattan sıkıldın, ben ise manevi. Ying-yang gibiyiz ya da siyah ile beyaz mı demeliydim?”
Üzerindeki Beşiktaş armalı tişörtüne ithafen söylemiştim. Tebessüm etmesini beklerdim. O ise daha da hüzünlendi. Bir an ‘hüzün kelimesi, yüzünden türemiş olmalı.’ diyecek oldum. Fakat durumu gereksiz yere romantikleştirmenin pek anlamı olmadığına kanaat getirdim ve kendimi frenledim.
‘Sana yaptırmak istediğimi, sadece bir iş olarak görmeni istemem. Bu dünyada, tutsak bir adamı özgürlüğüne kavuşturmanın anahtarı senin ellerinde. Sen bir sanatı icra edeceksin benim için. Şairin son şiiri, baletin son dansı, idam edilecek mahkûmun son sigarası, Salvador Dali’nin son bıyık büzmesi gibi düşün.’
Sürekli konuşuyordum ve ben sürekli konuştukça genç adamın kafası iyice karışıyordu. Çocukluğumuzun atarisine, son sürüm bilgisayar oyunları yüklemek gibi bir durum ortaya çıkıyordu. Ve doğal olarak atari ‘Ne oluyor lan?’ diyordu.
Hayatın içinden sohbet etmeliyim diye düşündüm. Aklıma gelen basit sorulardan başlamalıydım. Katilimi ürkütmemek için elimden geleni yapmanın heyecanını yaşıyordum:
‘Mevsimlerin bu denli değişmesi ne ilginç değil mi Selim?’
‘Her şey mutlaka değişime uğrar. Bu evren için değişim kaçınılmazdır.’
‘Her kaçınılmaz için değişim de şart diyebilir miyiz?’
‘Demene kimse mani olmaz sanıyorum.’
Karşımda oturan çocuğun dolu biri olduğunu hissediyordum. Toprakta hayat bulan bir elmas olabilir miydi?
‘Sence şu ana kadar yapılmış en büyük icat nedir?’ diye sordum. Farklı sorular sormak her zaman hoşuma gitmiştir. Karşımdakini, bir nevi sabır testine tabi tutuyordum. Hem böyle yaparak katilimin, beni öldürme iştahı bile kabarabilirdi.
‘Bence en büyük icat, insanın işine en çok yarayan şeydir. Mesela, annem için çamaşır makinesidir. Her yıkamadan sonra onları icat edenler için dua eder.’
‘Öyle ise ben hayatta en çok patates kızartmasını severim. Benim için en büyük icat patates soyacağı olmalı. Büyük kolaylık. İnanılmaz bir alet. Patates soymayı hem kolay hem eğlenceli hale getiriyor.’
Selim’in hoşuna gitmiş olacak ki gülümsedi ve o an yüzünde, bütün kış üstünde ölü toprağı taşıyan bir ağacın çiçek açma ihtimalini gördüm. Şaşkınlıkla ona bakarken bir anda dudakları kıpırdadı ve meraklı gözlerle sordu:
‘Sence bu dünyada mümkün olmayan bir şey var mı?’
‘Her zaman mutlu olmak…’
‘Mümkün olan bir şey?’
‘Her zaman mutsuz olmak…’
‘Neden ölmek istiyorsun?’
‘Bu duyguyu taşıyan milyonlarca insan var. İlk kez benim istediğim bir durum değil. Bak sen bile düşünmüşsün. Hayat, beklediğimiz gibi değil Selim. Sen okursun, projeler hazırlarsın, risk alırsın, iş hayatına atılırsın, büyük beklentiler içine girersin, tam istediklerin olur, bir gün hava almak için dışarı çıkarsın, çatıdan düşen kiremit kafana düşer veya bir maganda yolunu keser, bıçaklar, ölürsün. Hayat işte budur. Hayat bana anlamsız geliyor. Akıntıya karşı yüzmek gibi. Sonunda dalgaların seni yutacağını biliyorsun ama hâlâ yüzmeye devam ediyorsun. İşte ben yüzmemeyi tercih ediyorum. Kendimi dibe bırakmayı istiyorum. Sen olmadan bunu yapamam. Beni dalgaların dibine bırak.’
Duraksadı. Yutkundu, gözlerini halıya dikti. Ne söyleyeceğini az çok tahmin ediyordum. Tahminim tutmak üzereydi.
‘Seni öldüremem. Seni öldürürsem ben yaşayamam.’ dedi.
‘Beni öldürmeyeceksin. Beni bu acılardan kurtaracaksın.’
‘Bunu yapamam. Beyninin dağıldığını, parçalarının yerlere, duvarlara, koltuklara, üstüme sıçradığını hayal etmekten gözüme uyku girmiyor. Bunları da bir şekilde göze alsam bile farklı durumlar var. İznin olursa sana bir teklifim var.’
‘Nasıl bir teklif?’
‘Benim bir dedem var. Asker emeklisi. Bir sürü çatışmaya girip çıkmış. Çok insan öldürmüş ve bir o kadar da yaralamış. Benim sırdaşım, yoldaşımdır. Bu durumu ona anlattım. İlk önce beni kalın bahçe hortumuyla dövmeye çalıştı. Daha sonra elime asla silah almayacağıma dair yemin ettirdi. Ona ihtiyaçlarımdan ve bana kalacak servetten bahsettim ve bu işi kendisinin yapacağını söyledi. Eğer izin verirsen, seni dedem vuracak.’
‘Dedem vuracak ne demek Selim? Allah aşkına sen dedeni niye bu işe karıştırıyorsun? Sanki akşam oturmaya geleceğiz diyorsun.’
‘Senin için çok mu önemli? Sonuçta herkesten kaçıyorsun ve savaşmaktan korkuyorsun. Seni ben öldürmüşüm, dedem öldürmüş veya eltim öldürmüş, ne fark eder ki?’
‘Elti nedir ya? Olayı bu kadar basite indirgemen beni yaralar. Ayrıca deden nereden çıktı? Bizi ihbar etmesin sakın. Kendimi öldürtmeye azmettirmekten hapse girmem umarım.’
‘Dedeme güvenmeliyiz. Söylediğine göre yumruğu ile adam öldürdüğü bile olmuş. Tabi ben bunları bilmiyorum. Bize anlattığı bunlar. Hatırladığım sadece Kurban Bayramı’nda kurbanları keserdi. Gerçekten çok profesyonel olduğunu düşünürdük. Kimseye gram hak geçirmezdi. Terazi gibi adam.’
‘Selim sen konuştukça o üzerindeki gizem tamamen kalkıyor farkında mısın? Resmen büyülü hikâyemiz gerilimden trajikomik hâle geçiş yapıyor. Kendine gel.’
‘Bunu iyi düşün Selami ağabey. Senden haber bekleyeceğim.’ diyerek bir kâğıda telefon numarasını yazdı ve evden çıktı. Kendimi öldürteceğime pişman oluyordum. Ancak beklemenin anlamsız olduğunu ve bana sadece elem yüklediğini biliyordum. Ve beklemenin gereksiz olacağına emindim. Hemen telefonu aradım. En kısa zamanda dedesiyle görüşmek istediğimi söyledim.
Yaklaşık bir hafta sonra buluşmamız gerçekleşti. “Vadideki Bardak” adlı çay bahçesinde bir buluşma ayarladık. Bu düğümün artık çözülmesi taraftarıydım. Buluşmaya erken gelen taraftım. Oturdum çay söyledim. Çayı her yudumlamamda beni hayata bağlayan bir bağ geliştiğini hissettim. Bu çay tehlikeli bir içecekti. Resmen sıcaklık, güven ve huzur veriyordu. Bardağı elimden bırakarak garsona hemen bir oralet getirmesini rica ettim ki ölümüm garantilensin.
Selim ve dedesi ufukta gözükmüşlerdi. Dedesinin koluna girmişti. İhtiyarın diğer elinde de baston vardı ve oldukça zor yürüyordu. Torunu için büyük bir fedakârlık yaptığını söylemeliydim. Torunum olsa aynısını yapar mıydım? Mümkün değil. Daha kendimi öldüremiyorum, başkasına zarar veremezdim.
Ayağa kalktım ve ölüm timini karşıladım. Ne muhteşem bir ekip olmuştuk böyle diye düşündüm. Dedenin elini tuttum ve öptüm. İlginç şeyler oluyordu. Ne kadar fantastik bir olay sebebiyle bir araya gelsek de, sonuçta geleneklerimizden kopamıyorduk. Dede konuşmaya başladı:
‘Selamın Aleyküm evladım. Ben Baki Kalan.’
‘Aleyküm Selam. Hoş geldiniz. Selim sizden bahsetti. Sanırım aramızda yaşananları biliyorsunuz.’
‘Evladım. Ben bazen unutuyorum. Lakin torunum ile ilgili hiçbir durumu unutmam ve unutturmam. O ve kızı benim her şeyim.’
“O ve kızı” dediği an duraksadım. Selim’e baktım, o yine bilindik hareketini yaparak yere doğru bakmaya başladı. Anlaşılan Selim’ in bakmakla yükümlü olduğu bir kızı vardı. Şimdi bu kararsızlığını daha iyi anlıyordum. Altyapısı acıklı bir yaşanmışlık seziyordum.
‘Tabii dedeciğim. Şimdi biz Selim ile bir yola çıktık. Çıktık derken, bir anlaşma yaptık. İsteklerimi gerçekleştirirse, şu ana kadar kazandığım bütün birikimim Selim’in olacaktı. Fakat benim bilgim dışında olan bir durum yaşandı. Olaya sende dâhil oldun.’
‘Evladım konu benim torunlarım olunca inanır mısın her şeyi yaparım. İstediğin takdirde senin bütün organlarını tek tek sökerim. O hâlde seni kazığa oturturum.’
Dedenin teklifi bana pek cazip gelmemişti. Daha çok acısız bir yol olmasını istiyordum.
‘Baki bey dede, bana önerdiğin ölüm şeklini pek makul bulmadım. Sen de yaşadığın dönemde sıkça yaptığın gibi kafama iki el ateş edersen kâfidir.’
‘Evlat şu an belimde revolverim var. İstersen bu işi hemen bitirebiliriz.’
Baki dedenin tutkulu hâli beni etkilemişti. İnfazın nerede, nasıl, ne şekilde gerçekleşeceğini konuştuk. Çaylarımızı içtik, Baki dedemiz askerlik anılarını anlattı, takma dişlerini eline alarak bizi güldürmeye çalıştı. Bu hayat dolu insana baktıkça kendimi mahcup hissettim. Belki de bir aileye maddiyatım ile birlikte büyük bir ruhsal hezeyan bırakacaktım.
Akşam bu işi bitirmek için eski boya deposunda buluştuk. Burası yıllardır kullanılmayan harabe bir binaydı. Tinercilerin, sokakta yaşayanların bile tercih etmediği bir yerdi. Etrafı kontrol etmek amacıyla gelmiştim. Fakat Selim ve Baki dede de olay mahalline intikal etmişlerdi. Ellerimin titrediğini ilk defa fark ediyordum. Büyük sona adım adım yaklaşıyorduk. Selim koşarak boynuma sarıldı. Hakkını helal etti. Gözlerindeki yaşı benden gizlemeye çalışarak konuştu:
‘Selami abi, emin ol kızım Buse’nin tedavileri için bunu yapıyorum. Yoksa seni hayatta bırakmazdım ve ömrümün sonuna kadar kardeşin olarak seni yaşama bağlardım. Belki sen öleceksin ama bu hayatta kızım tutunacak. Beni affet.’
Saçını, şefkatli bir babanın çocuğunu sever gibi okşadım. Konuşmaya lüzum görmüyordum. Ölümümün bir işe yaramasından çok mutluydum. Şu an ölmek için çok güzel bir andı.
‘Adettendir, son bir isteğin var mı evladım?’ diye sordu Baki dede. Ne isteğim olabilirdi ki? Biraz daha yaşamayı istemek mi? Yoksa son kez bizzat Urfa’da, Urfa kebap yemek mi? Tek isteğim ölmekti. Kafamı iki yana salladım. Gerek yoktu isteğe, şarta, cesaret kırmaya. Olacak olan olmalıydı.
Baki Kalan, silahı belinden çıkardı. Karşısına dikildim. Gerçek ölüm böyle olmalıydı. Gerçek bir silah ve gerçek bir kurşunla. Başka türlü acısız ve daha çabuk ölüm yolları mutlaka vardı ama benim için gerçek bir ölüm bu şekilde olmalıydı. Aranızda bulunan kovboylar beni çok iyi anlayacaktır. Bu halde bile saçma sapan düşüncelere dalmıştım. Kafamı toparladım. Ruhen ve bedenen artık işin sonundaydım. Selim hemen ikimizin çaprazındaydı. Olayı nasıl yapacaklarını planladıkları belliydi. O konular hakkında konuşmak istemediğimi bildirmiştim. Ben öldükten sonra istediğiniz gibi strateji, planlama yaparsınız diye onayı vermiştim. Hem öleceğim hem mirasımı vereceğim bir de üstüne öldükten sonra şöyle yapın, beni ufak ufak parçalara ayırın, benim yahnim güzel olur diye akıl mı verecektim?
Gözlerimi kapadım. Vücuduma girecek o sıcaklığa odaklanmıştım. Ayaklarımı bağının çözüldüğünü hissediyordum. Baki Kalan, silahı bana doğrulttu. Yüreğim ağzımdaydı. Saniyeler uzadıkça uzuyordu. Bir türlü silah patlamıyordu. Gözümü açtığımda Baki dedenin titrediğini ve kalbini tuttuğunu fark ettim. Kalp krizi geçiriyordu. Selim ile göz göze geldik. Selim dedesine doğru koşmaya başladığı an, dedesi yere yığıldı. Elinde tuttuğu silah yere çarpmanın etkisiyle bir anda ateş aldı. Ne olduğunu anlayamamıştım. Selim ilk gün gördüğüm gibi donup kalmıştı. ‘Selim iyi misin?’ diye sordum Yavaş yavaş yüzünü bana döndü. Gömleği kırmızıya boyanmıştı. Sol tarafı tamamen parçalanmıştı. Olduğum yere çöktüm. Gözlerinde ölümü görüyordum. Ağzını araladı. Tek bir kelime etti: ‘Kızım.’
Selim olduğu yere yığılmıştı. İnfazım üzere girdiğimiz bu binada üç kişiydik ve ölmesi gereken ben iken, benim dışımda iki kişi ölmüştü. Hayat işte bu kadar acımasızdı. Ve artık ortada bakılması gereken bir kız çocuğu vardı. Bir ailenin yok olmasına neden olmuştum. Bir kızı daha yok edemezdim. Bu hayatta bir amacım vardı.
Sigaramı yaktım. Kimse görmeden, yaşamam için tek neden olan kız çocuğunu aramak için yola çıktım…
Yazan: İsmail Tağa
Sayı: 36