O farketti ki, ne zamandır aslında o değildi. Kendisinin yerini arkadaşlarıyla sabahlara kadar bıkmadan konuştuğu düşünceleri almıştı. Düşünceleri bedenini usul usul ve ağrılar içinde ele geçiriyordu; tıpkı Spiderman’in Venom’a dönüşmesi gibiydi ama çok daha acılı bir türeviydi bu. Hayattan zevkin zerresini alamıyordu, hiçbir şeyi beğenemiyordu, kimseyi göremiyordu sadece kendisi ve ‘ koca, yaşlı, şişko dünya” vardı. Bu onu boşluğa sürekleyip duruyordu, galiba Oğuz Atay’ın tutunamayanlarından biriydi; çünkü o aslında biri değil, safi düşünceden oluşan bir yaratık gibiydi.
Bir gün o kadar berbat bir halde buldu ki kendini; “oraya gidenler bir daha asla geri dönmediler diyen bir herif çıkabilir” şeklinde bir trafik levhası arar gibiydi gözleri. Gözleri ölmüştü biraz sonra. Çünkü kafasını nereye çevirse sadece kaos ve kargaşa vardı. Gözlerini kaybettiğinde her şey daha açık bir hal almaya başlamıştı artık. Bu kaosun sebebi kavramlardı, kafasında bir türlü yerli yerine oturtamadığı kavramlar ve hepsi o kadar birbirine girmişti ki; melek kılığına girmiş olan annesini ya da bilinçaltı o’na onun annesi olması gerektiğini düşündürtmüştü. Her neyse; annesini kendisine yaklaşırken görür gibiydi, biraz sonra annesinin elinde ateşten oklava belirmişti sanki. Hayal etsenize; melek gibi görünen ve aynı zamanda hayalet sürücünün daha feminen versiyonu olan bir mahlukat, işte bunu seviyorum.
Annesi oklavayı kaosu göstermeye çalışır gibi etrafa ateş savurarak sallarken “Oğlum bu ne, her yer her yerde yine” dedi gibi gelmişti. İşte tam o sırada bir çığlık atarak uyanamadı. Hala sorgularmış gibi dik dik bakan annesi karşısındaydı ve o salak mı salak bir çığlık atmış bulunmuştu, Mazhar Fuat Özkan belli belirsiz görünür gibi olmuş ve melodili bir şekilde ”ne kadar enteresan” mı demişti acaba demin. Yere diz çöküp ağlamaya koyulmuştu yine. Yine dedim çünkü ne zaman acizliğinin farkına varsa bu hareketi yapardı. Bir çeşit güvenli alan oluşturma meyiliydi. Ağzını yüzünü salya sümük kaplamıştı ve korkudan köpek gibi titriyordu da.
İşte o en mide bulandırıcı, en acziyet içinde kavrulan anda, içindeki cılız sese kulak vermek zorunda kalmıştı. İçindeki ses ”İnan, sadece inanman gerek.” diyordu sanki ama söylediklerinden daha çok içindeki sesin Rüştü Asyalı’ya ait olması gerçekten ürpertmişti onu. Birkaç saniye sonra içinden ”sen bir aysın ben kara gece” gibilerinden bir mırıltı duyar gibi oldu. “Lan , abiciğim napıyosun ya?”‘ dedi o ergen gibi çatallaşan sesiyle. İçindeki Rüştü öhöm öhöm diye sesini düzeltmeye çalıştı bir an sanki ve ardından ”İnan evlat, sadece inan.” diyerekten telkinler vermeye devam etti. O sonunda tükenmişlikle, ”Neye, neye inanmam gerek?” dedi, ölümün soğuk nefesini ensesinde hissediyordu artık. ”Yunusların ensest yapabiliyor olmalarına, Filistinli çocukların misket niyetine kovanlarla oynayabilmelerine, bir tek çocuğun dünyayı tamamen değiştirebileceğine, Mars’ta hayat olduğuna, filmlerdeki aşkların gerçek olabileceğine yani hayatta kalabilme çabasına, insanın kendisine, özgürlüğe ve en önemlisi sevginin gerçekten çok kuvvetli bir güç olduğuna inan, hem de öyle bir inan ki; görenlerin, senin ölümünün cahilliğinden olacağına inanacağı kadar körkütük ve sımsıkı sarılarak inan.”
Belirsiz bir zamanın ardından, bir gün yolda yürüyen bir çocuk sendelemiş ve yere kapaklanmış. İlk anda olayın şokundan acıyı hissetmemiş fakat birkaç saniye sonra yavaştan suratı bozulmaya başladığında uzaklarda O belirmiş. Çok hızlı motoru, karizmatik üniforması ve fit vücuduyla çocuğa yaklaşmış ve sürekli öperek yerden kaldırmış. Çocuk da dahil etrafta olaya şahit kim varsa hepsi şaşkınlıktan kalakalmış. Fakat O, meraklı gözlere hiç aldırış etmeden, çocuğun tamamen güvende olduğunu görünceye kadar çocuğu öpüvermiş ve sevedurmuş. Derken bir ebeveyn O’nun pedofili olduğunu düşündüğünden olsa gerek sürekli yumruklayarak O’nun ruhunun bedeninden kurtulup huzura ermesine yardım etmiş.