Öyküler yazıyoruz. Yüzlerce cümleden belki sadece üç beş tanesi bir şey ifade ediyor. Öyküde bir bütünlük varsa ne âlâ; bir duygunuzu veya düşüncenizi uyandıran, hoşunuza giden bir paragraf bulabilirseniz ne saadet! Yok bir şey bulamazsanız, vaktinizi almışımdır, kusuruma bakmayınız.
Bilirsiniz ki dilin kemiği yoktur. Kemiği olsaydı tutabilir miydik bilmiyorum. Size tutulamamış bir dilin söylediği apansız sözün öyküsünü anlatacağım.
Doksanlı yılların ülkemizi hızla değiştirdiği, pek değerli teknoloji sayesinde sayısız iyiliğe maruz kaldığımız, bunları birer nimet olarak karşıladığımız, aklımızın hiç karışık olmadığı bir kış akşamı çekirdek ailemiz toplanmıştı. Kimi okuldan gelmiş, kimi çarşıda pazarda işini halletmiş, evin yolunu tutmuştu.
Babamın evde olduğu nadir akşamları değerlendirir, komşulara veya uzak akrabalara misafirliğe gider, ailece biraz sosyalleşirdik. Biz bir yere gitmezsek bize birileri gelsin isterdik. Bazen sevdiğimiz dostları özellikle davet eder, bazen de biz gidecekken beklemediğimiz misafirler baskın yapardı; giydiğimiz montları hep birlikte çıkarır otururduk. Böyle anlar nadir yaşanır fakat ilginç durumlar doğururdu. Hem gelen misafir hem ev sahibi pişman pişman oturmak zorunda kalırdı. Misafir girmek istemez sonra gelelim diye ısrar ederdi. Ev sahibi kapıya kadar gelen misafiri geri çevirmez, gelenlerden daha baskın çıkardı. Oturumun ilk anları hep sancılı olurdu. Zavallı misafirlere bu durumlarda üzülürdüm. Nasıl olur da şu kâbus dakikaları atlatırız diye çabalar dururlardı. Akıllarına gelen her türlü soruyu sorarlar, ‘nereden bir muhabbet yakalarız’ derdine düşerlerdi. Ev sahipleri de ellerinden geldiğince o kötü anın izlerini silmek için zamanı ileriye almaya uğraşırdı. Muhabbeti kıvama getirmek için adamakıllı çaba sarf etmek gerekirdi. Misafirlerden biri ev sahiplerinin herhangi birinin işine yarayacak bir bilgi verebilirse işte o zaman hızlıca çıkılırdı o cendereden. Örneğin mutfağa dolap yapılacak da marangoz aranıyorsa konuklardan Yakup Amca, teyze oğlunu salık verirdi. Ya da çocuk, devlet parasız yatılı sınavına girecekse, Gülten Yengenin ablasının kızının nasıl kazandığı, neler yaptığı heyecanla anlatılırdı.
Böyle birinci derece önemli bilgiler veremezlerse ikinci derece bilgiler vermeye bakarlardı. Yeni bağlanan telefonun tuşlarından dıt sesi çıkmıyormuş da tık tık sesi çıkıyormuş. Neden acaba? Ya da daha yeni aldığımız 55 ekran düz kare canım televizyonumuz trt1 i ayna gibi gösteriyor ama yeni çıkan bol dansözlü kanalı karlamalı gösteriyormuş. Antenden mi, yükseltici mi lazım yoksa bu marka televizyonlar mı böyleymiş? Ev sahibinin işine yarayacak her türlü bilgi iş görürdü. Dedim ya misafirlerin bu hâllerine aklıma geldikçe üzülürüm. Hem soğukta zahmet et yol yürü hem de gel burada ev sahibinin gönlü hoş olsun diye ağzınla kuş tut.
Zamanla, bu gibi durumların yaşanmaması için telefonların da yaygınlaşmasıyla akşam oturmasına gidilmeden evvel gidilecek kişiye telefonla haber verilmeye başlandı da mesele biraz olsun çözülmüş oldu. Yine de ‘biz başka yere gidecektik’ tatsızlığı önlenmiş değildi. Telefonla kolay olduğundan, yüz yüze bakılmadığından insanlar misafirlerini geri çevirmeye başladılar. Hafif bir can sıkıntısı oluştursa da kapıdan geri çevirmek gibi değildi.
Bizim kime gideceğimizi gündemimizde bir konu olup olmaması belirliyordu. Danışılacak fikir alınacak bir durum varsa o kişiler tercih ediliyordu. İkinci sıradaki tercihimiz ise epeydir görmediğimiz belki biraz özlediğimiz kişileri rahatsız etmekti. Rahatsız etmek nezaketle söyleniyordu ya biz bir seferinde gerçekten rahatsız etmiştik komşumuzu.
Bacalardan boca edilen herkesin imkanına göre odun, kömür, tezek dumanının sisle kaynaşıp sokaklara yayıldığı yüksek basınçlı bir akşamdı. Henüz önceden haber verilmeyen dönemin bir akşamıydı. Aşağı sokaktaki aile dostumuzu ziyaret etmeye karar verdik. Yemeğimizi yedikten sonra yola koyulduk. Sokaktaki odun kokusunu fark ederdim. Hangi bacadan çıktığını tahmin etmeye çalışır, içeridekilerin odun ateşiyle ısınmakta olduğunu düşlerdim. Bacalardan çıkan dumanın kokusu mahallelinin yakacak tercihi hakkında bir fikir verirdi. Kim köyden odun getiriyor, kim yazın yaptığı tezeği yakıyor aşağı yukarı belli olurdu. Havanın soğuk olmasına karşın pek üşümeden yakacak kokuları eşliğinde nispeten değişik bir akşam geçirmek heyecanıyla hedefimize varmıştık. Konuk olacağımız evin önüne geldiğimizde hemen tüm odaların ışığının yanık olması, içeride başka misafirler olduğunu haber veriyordu. Evlerde ekseriya tek soba olduğundan aileler o odada toplanır, o odanın ışığı yanardı. Bu gibi durumlar sıra dışıydı. Aile fertlerimiz dış kapının çevresinde yerini aldı. Tahminimiz doğruydu; yüksek perdeden neşeli insan sesleri dış kapıyı aşıp kulaklarımıza değiyordu. Bir an tereddüt etsek de kararımızdan dönmek istemedik. Bereketli olsun, bereketli olalım diyerek zile bastık. Ailenin büyük kızı yanında iki çocukla birlikte kıkırdayarak kapıyı açmış, yüzümüze şaşkın şaşkın bakıyordu.
– Misafiriniz mi var diye sorduk.
– Evet, annemin amcasının oğlu ve ailesi. Durun anneme haber vereyim.
– Biz öyleyse girmeyelim, başka zaman gelelim dedik.
Kız içeri gitti. İçeriden gelen sesler duruldu. Doğru zamanda gelmediğimizi düşünüyorduk. O sırada tombulca ev sahibesinin odadan çıkarken yanındaki kızına fısıldar gibi: “Niye gelmiş o deliler?” dediğini işittik. Tanık olduğumuz en şaşırtıcı karşılamaydı doğrusu. Belki açık etmemek gerekirdi ama biz ettik. Teessüflerimizi bildirerek merdivenlerden inip tekrar sokağa doğru yola çıktık. Kadın çok özürler diledi, defalarca pişmanlığını dile getirdi, yalvardı yakardı ama biz yolumuzdan dönmedik. Pişmanlığındaki samimiyeti görmüş olsak da geri adım atmadık. Şok halinde nereye gideceğimizi bilmeden kendimizi sokağın ortasında bulduk. O sırada birimizin aklına onlara yakın oturan başka bir aile dostumuza gitmek geldi. Hemen rotayı oraya çevirdik. Kapılarını çaldık. Burası sakin görünüyordu. Kapı açıldı; buyur edildik. O akşam boyunca bu dostlarımızla bize deli diyen kadının ne kadar çatlak bir kadın olduğunu konuştuk. Evimize döndüğümüzde işittiğimiz o sözün yankısı kulaklarımızdaydı hâlâ. Darılmıştık dostlarımıza. Aradan zaman geçtikten sonra tekrar barışsak da açılan mesafe korunmuştu. Gücendiğimiz dağın odununu kırk yıl yakmadık. Bizim için bu kapı kapanmıştı. Bir daha o dostların evine hiç gitmedik; listeden onları çıkardık.
İnsanlar kalplerindeki her şeyi dile dökselerdi kimsenin kimseye bakacak yüzü kalmazdı herhâlde. Süzgeçten geçirmek zorunda kaldığımız, her gün sayısını bilmediğimiz kadar çok kelime gelip geçiyor zihnimizden. Bunların bir kısmı cümlelere dönüşüyor, onların bir kısmı da dilimizden dökülüyor. Dilimiz hep tetikte bekliyor. Peki insan pişman olacağı sözü niye söyler? Belki de söylediğimiz her söz bize ait değildir.
Sanırım pek çoğunuz kadının kabalık ettiği konusunda hemfikirsiniz. Oysa ben size katılmıyorum. Aradan yıllar geçtikten sonra bu olay üzerine düşündüm biraz. Kadın o gece söylediği sözü bir tür esriklik hâliyle söylemişti. Belli ki pek sevdiği yakınları evini şenlendirmiş, pek öyle kolay ele geçmez bir an yakalanmıştı. Herkes mutluydu. Ev tıka basa neşe ile doluydu. Ne bir yabancının içeri girmesine ihtiyaç vardı ne de kimsenin dışarı çıkmasına. Kapısı dünyaya kapatılmış kısacık bir akşamın keyfi sürülmekteydi. Kısa ve yoğun o akşam, bir sarhoşluğa bir çocuksuluğa evrilmişti. İşittiğimiz o söz fener gibi yanan evin bizzat kendisinin söylediği sözdü. Evdi bizi reddeden. Kadın sözcülük yapmıştı sadece.
Yazan: Nusret Üskül
Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim.
Evet, cümleler… Bize çok şey anlatırlar. Hikâye içinde yer alan hikâyede her şey son üç cümlede özetlenmiş. Çok beğendim. Emeğinize sağlık.
Gençler her ne kadar, ailece akşam oturmaları konusunda bilgi sahibi olmasalar da, bu hikaye onlara da hitap edebiliyor, çünkü asıl amacının, küçük bir hikaye ile sarmalanmış, hepimizi anlatan psikolojik çözümlemeler yapmak, ilişkilerde yaşadığımız açmazlarla ilgili fikir vermek olduğu görülüyor. İnsan “her şeyi bildiği” ergen zamanlarında, ilişkilerde doğallığı kutsayıp, her ortamda aynı şekilde davranmayı bir erdem olarak görse de, yaş biraz ilerleyip hayat tecrübesi arttıkça, hayatın aslında biraz da “maskeli balo” olduğunu, gün içinde farklı rollere girilerek yaşanmasının gerektiğini anlıyor. “içi dışı bir” olmanın aslında her zaman övünülecek bir şey değil, çoğu zaman da iletişimde acemilik olduğunu öğreniyor. Hayatta rollerimiz var, bu rolleri hemen “samimiyetsizlik” olarak nitelendirmek yerine, doğru zamanda doğru yerde sergilemek gerekiyor, ayrıca yine bu öyküden hareketle, muhabbetin sıkıştığı bir noktada, insanları yakalayacak bir konu ortaya atıp üzerinde herkesin yorum yapabileceği bir sohbet ortamı yakalayabilmek o kadar da zor değil, biraz enerji ve biraz cesaretle, bu işe gönüllü olmak da oynadığımız rollere eklenmeli.
Abim 7 dk ayırıp da okuyana çok şey anlatır…
Ağzına, yüreğine sağlık.