Nisan 1920’de, İtalya-Avusturya sınırındaki bir kasabada yazılan,
“Sevgili Bayan Milena,
İki gün bir gecedir yağmakta olan yağmur, muhtemelen geçici olarak, biraz önce dindi.”
kelimeleriyle başlıyor Milena’ya Mektuplar ve 1923’te Berlin’den postalanmış bir karta karalanan şu cümleyle sona eriyor:
“Ve şimdi de ‘en iyi dileklerimi’ gönderiyorum, bahçe kapında yere yığılsalar ne olur, belki gücünüz de bir o kadar artar.”
Franz Kafka ile o zamanlar genç bir gazeteci ve sonradan dönemin önemli yazarları arasında yer alacak olan Milena Jesenská arasında 1920 senesinde başlayan aşkı gözler önüne seren bu kitap, ilk olarak 1952 senesinde, Kafka’nın ölümünden 28 sene sonra basılmıştır. Yalnızca 1920 senesinde Kafka’nın Milena’ya gönderdiği mektup sayısının 120’den fazla olduğu düşünüldüğünde, 400 sayfalık bu kitabın, çiftin arasındaki aşkı anlamamıza yeteceği ancak her şeyi aydınlatamayacağı söylenebilir. Zaten kitabın içeriğinde de eksik mektupların olduğu kimi tarihler ve okunamadığı için kayda geçirilemeyen cümleler bulunmaktadır.
Bu bilgilerin ışığında, yazar ve kişisel hayatı hakkında biraz bilgi sahibi olan bir okuyucunun bu kitap karşısında heyecanlanmaması oldukça zor. Dahası, bir insanın hayatını ve kişiliğini anlamak için sevdiği insana yazdığı mektupları okuyabilmekten daha iyi pek az şey olmalı.
Milena’ya Mektuplar hem dönem hakkında hem de sayfalarına dâhil olan insanlar hakkında kişisel ve içten bilgiler sunuyor okuyucuya. Kafka’nın Milena’ya duyduğu sevginin yanı sıra şüphelerini, korkularını, hatta yer yer belli etmekten çekinmediği öfkesini sayfaları çevirdikçe daha iyi anlamak mümkün; tıpkı yazarın üslubunun ve eserlerinin kendi hayatından nasıl etkilendiğini anlamanın da kolaylaştığı gibi.
Mektupların tek taraflı olması insanı karşı tarafın cevaplarını merak etmeye sürüklüyor ve hatta bazı yerlerde hayal kırıklığına uğratıyor. Kafka’nın o satırları yazmadan önce okuduğu cümleleri merak ediyor okuyucu ister istemez. Bu durum, Milena’nın kitabın sonundaki Ek kısmına iliştirilmiş mektuplarıyla telafi ediliyor. Böylece kısa bir süre için genç yazarın da iç dünyasına konuk oluyoruz. Dahası hem onun hem de Kafka’nın tasvir yeteneği ile dönem ve mekânları neredeyse oradaymışçasına yaşıyoruz. Böylece bu mektuplar her açıdan okunmaya değer kılınıyor.