Panem, adını ilk duyduğumuzdan 64 sene daha genç ve kaotik.
2012 yılında Suzanne Collins’in kaleme aldığı Açlık Oyunları üçlemesinin ilk kitabıyla akıllarda yer edinen bu distopik ülke, kısa sürede okuyucuları içine çekmiş ve sayfalar birbiri ardına çevrilirken yapısı, işleyişi ve geçmişiyle çeşitli sorulara ve tartışmalara yol açmıştı. Bundan sekiz sene sonra ise yazar hem kurgusal dünyasıyla ilgili pek çok yanıtı, hem de pek çok yeni soru işaretini barındıran bir eser yayınladı: Kuşların ve Yılanların Şarkısı.
Dahası, ilk kitaptan 64 yıl öncesini anlatan bu eser, okuyucuya harika bir fırsat sunuyordu: Panem’in acımasız, sert başkanı olarak tanıdığımız ve seri boyunca hep kilit noktada bulunan Coriolanus “Coryo” Snow’un henüz genç bir öğrenci olduğu yıllara dönüş.
Bu kitapta ne Panem bildiğimiz ülke ne de Snow bildiğimiz o güçlü başkan. Sistem, insanlar, her şey kırılgan ve henüz çok taze. “Karanlık Günler” olarak nitelendirilen savaşın üstünden 10 sene geçmiş ve başkent Capitol’deyiz.
Bir hasat günü, bize hem tanıdık hem de bambaşka gelen renkli bir karakterle tanışıyoruz: Lucy Grey Baird. Nesiller boyu aktarılacak o ünlü şarkıların sahibi. Snow’un akıl hocalığı yapacağı bu haraçla tanışması ile ikisinin de hayatı bir daha eskisi gibi olamayacak ve bunun tam ne anlama geldiğini anlamak için sayfaları diğer kitapları da düşünerek çevirmek şart.
Bunların yanı sıra hem bir karakter hem de tip olarak Snow özel olarak incelenmeyi hak ediyor. Derin bir çatışma ve sorgulama alanı sunulmasının yanı sıra bu eserde kendisi başarının, gücün ve hayatta kalmanın kurnaz ve zalim bir sembolü olarak karşımıza çıkıyor.
Bu eserde yazar, okuyucuya onun iç dünyasına dalma fırsatı vererek kendisinin gizli düşüncelerini ve kırılganlıklarını açığa çıkarıyor. Belki en tehlikeli yanı da bu Snow’un, bir anti kahraman olarak sahip olduğu en büyük avantaj: Her şeye rağmen okuyucu onun iç dünyasına dâhil ve eylemlerine şahit oldukça istemsizce, farkına bile varmadan ona karşı büyük bir sempati besliyor. Onu anlıyor ve bütün bunlar Açlık Oyunları’nda gördüğü Snow’a bambaşka bir açıdan bakmasını sağlıyor.
Snow’un zeki ve manipülatif doğası, onun Panem’deki politik entrikalar ve güç savaşları arasında nasıl bir denge kurduğunu gösteriyor. Ancak bu denge, aslında kendi içinde çalkantılı bir karmaşayı barındırıyor çünkü dışarıya sunduğu görüntüye rağmen Snow bizi sınıf farkları, güç arayışı ve kendini koruma güdüsü arasında sıkışmış bir karakter olarak karşılıyor. Bu durum ise okuyucuya insan doğasının karmaşıklığını ve insanın çevresel etkiler altında nasıl dönüştüğünü tekrar tekrar sorgulatıyor.
Sonuç olarak okuyucunun vicdanını sarsan bir figür olmanın yanı sıra insanoğlunun derinliklerindeki karanlık tarafın bir yansıması olan bu figürde Collins, okuyucuları bir nevi yüzleşmeye davet etmekte.
Açlık Oyunları’nın bir üçleme olarak genç-yetişkin diyebileceğimiz okur kitlesine hitap etmesine rağmen Kuşların ve Yılanların Şarkısı bizi daha karanlık, farklı bir deneyime çağırıyor. Bu bağlamda serinin önceki kitaplarından ayrı olarak değerlendirilmesi pek çok okur tarafından daha sağlıklı bulunuyor. İyi kurgulanmış içeriği ve yalın anlatım diliyle bu eserde Suzanne Collins hem keyifli hem de düşündürücü bir anlatı sunmakta.