“Bir şeyler başlıyor, bitmek için.”
Sartre’ın bu satırlarını defalarca okudum. Kelimelerin aşinalığı, cümlenin anlamında boğuluyordu sanki. Evet, her şey bitmek için başlıyordu, tıpkı hiçlik olmadan varlığın kendini gerçekleştiremeyeceği gibi. Bu düalite krizinde bazı bağlamlara saplanıp kalmıştım. Neden tekil bir varlıktan bahsedemiyor, her daim onu karşıtlığı ile görmek ve anlamak zorunda kalıyorduk?
Biz, insan canlılar, kendi doğumuna ve ölümüne tanıklık edemeyen ama arada kalan tüm süreci yönetmeye mahkûm varoluşsal kaygılarla dolu şeylerdik. Heidegger’in söylemiyle: Bizler dünyaya fırlatılmıştık, bir zamansallıkta akmaktaydık. Özgür müydük, fırlatılmışlığın esiri mi bilmiyorduk. Bu da bizi en temel arayışın merkezine götürmüştü. Her şeyin başlangıcı ve sonu arasında sıkışmış kaygılı bir varoluşun anlamı neydi? Geçen her bir saniye, alınan her bir nefes, bir adım daha sona yaklaştırırken insanı, “Dasein” bu dünyada var olmanın yükünü nasıl taşıyacaktı omuzlarında?
“Bulantı” hâli ile, dedi Sartre.
Yorulacak, kendi iradesiyle gelmediği bu dünyada kendi iradesiyle bir varoluş amacı bulması beklenecekti. Başlangıçlar ve sonlar görecek, ‘arzu ve sıkıntı’ hâllerinde bir sarkaç gibi gidip gelecekti belki de Schopenhauer’un metaforundaki gibi.
Ancak belki de bu düalite krizi, içinde bulunduğumuz karmaşık ve sürekli yaşam döngüsünde, varoluşumuzun en derin yankısı olan ‘umut’ u besleyen temel bir kaynak sağlıyordu. Karşıtlıklar içinde anlam bulan varlık, kendini tamamlamak için bu döngüye ihtiyaç duyuyordu. Düalitenin içindeki bu umut, insanın kendini keşfetmesi ve aradığı anlamı bulması için bir kapı aralıyordu. Her şey bitmek için başlıyorsa, bitişin kendisi de yeni bir başlangıcın habercisi olmaz mıydı? Bu farkındalıkla yöneldiğimiz varoluşsal kaygılarımız, bizi daha derin bir anlayışa ve umuda yönlendirmez miydi?
Sartre’ın sözlerini şöyle değiştirmeyi uygun bulduğum bir anındayım zamanın:
“Bir şeyler bitiyor, başlamak için.”