İsmail Bey yıpranmış ama daima boyalı ayakkabılarını giydi. Portmantonun aynasında üstünü başını kontrol etti. Siyahı çoktan unutmuş saçını taradı. Paltosunun omzuna düşen beyaz saç tellerinden kurtulmak için elinin tersiyle birkaç vuruş yapması yetti. Yine tıraşlıydı. Yıllardır her sabah erkenden aynanın karşısına geçer, tıraş sabununu köpürtür. Ruhunun derinliklerine işlemiş meslek alışkanlıklarını değiştirmek hiç de kolay değildi. Emekli astsubaydı. Mesleğe yirmi yedi yılını vermişti; gençliğini ve fazlasını. Emekliliğe ilk adımı atmasının üzerinden neredeyse bir o kadar geçmişti. Onca zamana rağmen geçmişiyle yaşamaya devam ediyordu.
Öğle vaktiydi evden çıktığında. Kapıyı usulca çekti. Apartmanın en üstünde oturuyordu; dördüncü katta. Merdivenlerden inmesi de çıkması da yoruyordu artık. Sol avucuyla tırabzanı kavradı. Bekleyen zorlu inişe rağmen keyfi yerindeydi. Merdiven duvarlarının dökülen boyaları, kat aralarındaki aydınlığa bakan pencerelerden birinin kırık camı, ikinci kattaki patlamış ampul umurunda değildi. Emekliliğin ardından çocukların okulu, gelecekleri diyerek İstanbul’a göçtüklerinde almışlardı Suriçi’ndeki bu evi. Geçim sıkıntısına ve ne yaptıysa akan çatıya rağmen keyfi yerindeydi; geride kalan yılların katman katman birikmiş tortularından beslenerek yaşıyordu.
İki evladı vardı; büyüğü kız, küçüğü erkek. Yıllarını birlikte geçirdiği çocuklar şimdi kendi evlerinde oturuyorlardı; şehrin merkezine uzak güvenlikli, konforlu sitelerde. “Baba artık yaşlandınız, bizim yanımıza taşının” diyorlardı. Annelerini çoktan ikna etmişlerdi. Ama onu…
Evinden ayrılmamak için sürekli bahaneler uyduruyordu. Çocuklarından kendisini anlamalarını beklemiyordu. Yatılı okulun ardından ilk görev yerine gitmesiyle başlamıştı vatan topraklarını dolaşmaya; köyler, kasabalar, küçük şehirler. İlk yedi yılı yalnız, sonrası eşi Fatma Hamımla geçmişti. Kimi yerde üç-beş yıl kimi yerde bir yıldan az kalmıştı. Kaç kez tayini çıktığını saymamıştı. Az mahrumiyet çekmemişlerdi. Yine de tüm zorluklara rağmen hiç şikâyet etmemişti. Kafasında idealler, yüreğinde vatan aşkı. Nöbeti devredip içi burkularak emekliye ayrıldığında da ‘keşke’ ile başlayan sözler dökülmedi ağzından. Sadece, yıllanmış dostların yokluğunu hissetti; bir de, anılarını biriktirdiği birlikte yaşlandıkları mekânların eksikliğini. İşte o zaman bu eve sığındı, mahalleye tutundu.
Giriş kata indiğinde dizlerindeki ağrı dayanılır gibi değildi. Sokağa çıkmadan soluklandı. Birkaç nefes yetmişti toparlanmak için. Alt camı kırık, yer yer dökülmüş mavi boyalı ağır demir kapıyı açtı yaşlı kollarıyla. Dışarı çıktı. Düzlükte durdu. Ayarı kaçmış kapı büyük gürültüyle kapanırken solundaki zillere baktı. Beyazı iyiden iyiye sararmış butonun yanında yıllardır ikamet eden ismini okudu içinden: İsmail Konar. Yüzünde gülümseme son dört basamağı indi. Defalarca sökülüp yerine emaneten oturtulmuş parke taşlara takılma korkusuyla önce yeri kontrol etti. Daha geçen hafta birine takılmış, son anda düşmekten kurtulmuştu. “Artık baston kullan” diyen eşi dostu, “daha vaktine var” diyerek başından savıyordu.
Güneş göz kamaştırıyordu. Yaz bitmemişti sanki. Oysa daha üç beş gün önce kış yüzünü göstermişti sonbahar. Başını göğe çevirdi, mavinin en güzel hâlini yakaladı. Günlük gezisine başlamadan derin bir nefes aldı. Kaldırıma park etmiş araçların arasından güçlükle yola indi. Artık sokak ne insanlara ne de araçlara yetiyordu. Mahalleye ilk geldiğinde çocuklar yol ortasında gönüllerince oynuyorlardı. Şimdi ne mümkün… İki bilemedin üç katlı ahşap evler arasına sızan betonarme binalar zamanla her yanı işgal etmişti; ardı sıra otomobiller.
İsmail Bey ağır adımlarla yürüdü. Soldaki küçük dükkânın önünde durdu. Bakkal Kemal’i selamladı. Ayaküstü sohbet ettiler. Ayrılırken gazetesini aldı, katlayıp paltosunun iç cebine koydu. İyi işler dileyip uzaklaştı. Sağa kıvrılan sokağın ucunda gözden kayboldu. Az ötede duvar önünde, uyuklayan sokak köpeğiyle koyu yeşil üç çöp konteynırı duruyordu. Bir de hurda arabası; önüne geçilerek çekilen cinsten. Ceketinin yırtmacı sökük, pantolonu lime lime adam konteynırın içine eğilmiş çöpleri karıştırıyordu. Çok geçmeden elinde iki büyük plastik bidonla çıktı. Döndüğünde göz göze geldiler. Sessizce gönül penceresinden selamlaştılar. Şimdiye kadar iki laf etmemişlerdi. İsmail Bey adamın adını bilmiyordu. Merak da etmemişti. Adını sorsalar ‘Hurdacı’ derdi. Orta yaşlı hurdacı siyahla bütünleşmişti sanki. Üstündeki ceket yıpranmış siyah. Eldiven, delinmiş siyah. Pantolon, yamalı siyah. Botları, boyasız siyah. Serpiştirilmiş beyazları saymazsak saçı sakalı da siyahtı. Gözleri?.. Gözleri için siyah demek yetmez. Her zaman ışıl ışıl o gözleri anlatan en iyi renk parlak siyahtı.
Diğer hurdacıların nafakasına el sürmeyip sadece plastik atıkları topluyordu. Bidonun kapağını açtı, yere koydu. Basarak gürültüyle yamyassı yaptı, kapağını kapadı. Ardından ikincisini. Bidonların tombul hallerinden eser kalmamıştı. Çok geçmeden çuvalı sırtlanmış gibi duran hurda arabasını boyladılar. Duvarın dibinde uyuklayan köpek gözlerini açtı. Başını kaldırmadan baktı. İsmail Bey’le göz göze geldi. Siyah, koyu kahverengi tüylerin arasına biraz da beyaz serpiştirilmiş köpeğe mahalleli ağız birliği etmişçesine ‘Çirkin’ adını vermişti. Seveni o kadar çoktu ki… Çirkin ve hurdacı, köşeyi dönünceye kadar İsmail Bey’in arkasından baktılar. Sonra ikisi de kendi işine koyuldu; hurdacı çöpleri karıştırmaya, Çirkin uyuklamaya.
İsmail Bey, adı caddeyse de mahalle arasına sıkışmış sokağın hallicesine çıktığında ilerideki apartmanın önünde bekleşen insanları fark etti. Cenaze aracının başında toplanmışlardı. İsimlerini bilmese de çoğunun yüzü yabancı değildi; kimiyle merhabası vardı. Adımlarını hızlandırdı. Hoca helallik istediğinde hakkını helal etti sessizce. Cenaze aracı gözden kayboluncaya kadar bekledi. Büyük parkta hemen her gün karşılaştığı beş yıl önce kendini yaş haddinden emekliye ayırmış marangoz Ali Usta’yı uğurlamıştı. Sığındığı mahalle bir eksilmişti. O bir, kalabalıkların dolduramayacağı kadar büyüktü. Ölüme inat hüznü yüreğine gömüp yaşamaya kaldığı yerden devam etti. Yere sağlam adımlarla basıyordu uzaklaşırken. Henüz yaşamdan kopmaya hazır değildi. Ölenlerin, gidenlerin miras bıraktığı anılarla yaşıyordu; mahalle gibi.
Sonbahar güneşinin kollarına bıraktı kendini. Doğalgaz geldiğinden beri işleri gün be gün kötüleşen tüpçü Yusuf’a selam verdi. Pastanedekileri, terziyi, kuruyemişçiyi, nalburu boş geçmedi. Kimiyle birkaç laf etti kimini de sağ elini başına götürerek uzaktan selamladı.
Az ilerde iki sokak köpeği kaldırıma uzanmış güneşleniyordu. Sürekli birlikteydiler. Tanımayanlar siyah olanı gördüğünde korkardı. Oysa mahallelinin sevgilisiydi. Beyaz köpeği sevmek için tanımaya gerek yoktu; ilk kez gören bile hemen eli uzatır başını okşamaya başlardı. Karşı kaldırıma kapısı açılan kasap sayesinde yiyecek aramadan günlerini geçiriyorlardı. Kemikler kasabın yan sokağında durduğuna göre karınları tok olmalı. İsmail Bey yanlarından geçerken sırayla başlarını okşadı. Hemen şımarıverdiler. Sırt üstü yatıp karınlarını göğe çevirdiler. İsmail Bey uzaklaşırken peşine takılmak yerine uzanıp güneşlenmeye devam ettiler. Kim bilir belki de tembellik yapmayı, sabah dükkân önüne oturup işe koşturanlara nispet yaparcasına çaylarını yudumlarken laflayan esnaftan öğrenmişlerdir.
Uzun yürüyüşün ardından her zaman gittiği parktaydı İsmail Bey. Boş yer aradı. Güneş gören banklara uzanıp sonbaharın tadını çıkaran kedilerin keyfini kaçırmak istemedi. Acelesi yoktu. Fıskiyesi çalışmayan havuzun yanından geçti, üzerinde belediyenin adı yazan banka oturdu. Ne kadar yorulduğunun farkına varmıştı o anda. Etrafa bakındı. Parkın sol köşesindeki büfede müşteri bekleyen çaycıya işaret etti. Orta yaşlı adam vakit kaybetmedi. Tabağa tek şeker koydu, en iyi müşterisine çayı uzattı. Laflamaya başlamak için bahane çoktu. Havanın güzelliğinden bahsediyorlardı ki karşı banktaki adam sohbetin derinleşmesine izin vermedi; iki çay istiyordu.
Karşıdaki apartmanın gölgesi üzerine düştüğünde ürperen İsmail Bey kalktı, paltonun düğmelerini ilikledi. Artık eve gitme vaktiydi. Parkı boydan boya geçti. Yol aynı… tempo aynı…
Eve yaklaşmıştı. Fırına girdi. Elinde kâğıda sarılı ekmekle çıktı. Yolun çatallandığı yere geldiğinde sağa döndü. Yeşil konteynırlar oradaydı. Fakat o yoktu. Hurda arabası da Çirkin de ortalarda görünmüyordu. Tekir kedi leziz yiyecek umuduyla boşluğu doldurmuştu. Hurdaları depoya götürdüğünü düşündü. Gerçi bu saatlerde pek ortadan kaybolmazdı. Demek işi iyi gitmişti. Daha birkaç adım atmıştı ki itfaiye araçlarının sirenleri işitildi. Yeri göğü inleten ses hızla yaklaşıyordu. Yol çatallandığında hız kesip sağa döndü siren sesleri arasında imdada koşan araçlar. İsmail Bey kaldırıma çıktı. Sokağın kedileri köpekleri sağa sola kaçıştılar.
İtfaiye araçlarının ve ardı sıra gelen ambulansın geçişi bittiğinde İsmail Bey merakının peşine takıldı. Yolun sola kıvrıldığı yerden görünüyordu sokağın sonundan yükselen dumanlar. İtfaiyeciler hazırlıkları yaparken polis yolu kesmişti. Siren sesi susmuş tepe lambası yanan ambulans göreve hazır bekliyordu. İsmail Bey tahmininde yanılmamıştı. Sokağın bitiminde yenileceğini bilerek zamana direnen iki katlı ahşap evdi yanan. Adımlarını hızlandırdı. Sokağa taşındığındaki ahşap evlerden sonuncusu alevler içindeydi. Üzgündü. Ateşler arasında ruhunu teslim eden eve sığınmış garibanlar aklına düştüğünde yüreği sıkıştı. Gözleriyle dostça köprüler kurduğu hurdacı, kendisi gibi hurda toplayan ikisi genç üç adamla paylaşıyordu evi. O görmemişti ama belki başkaları da yaşıyordu.
Polis, çekilen şeritlerin arkasına kimsenin geçmesine izin vermiyordu. İsmail Bey uzaktan izliyordu telaşlı savaşı. Çok geçmeden ortalık hareketlendi. Sedyeyle biri ambulansa kondu. Pencerelerden, balkonlardan merakla bakanların yüreği dar sokakta yankılanan siren sesiyle titredi. Kimisi gözpınarlarına söz geçiremedi. İsmail Bey’in kalbi bir başka çarpıyordu. Hastaneye götürülenin kim olduğunu öğrenemeden yangın söndürülmüştü. Tepe lambasının kızıllığı evlerin duvarlarına, pencerelere dokunurken sireni kapalı araçlar iz bırakmadan uzaklaştılar. Sokaktaki son ahşap evden geriye kalan sadece yıkılmış duvarların kararmış taşları ve yanık ahşap yığınıydı. Yakında onlardan da eser kalmayacaktı, diğerleri gibi.
İsmail Bey’in yüreğindeki ağırlık her geçen gün artıyordu. Hurdacıdan haber alamamıştı hâlâ. Öğrenebildiği ambulansla götürülenin o olmadığıydı. Peki ama neredeydi?
Belki o dönmüştür diye her sabah umutla evden çıkıyordu İsmail Bey. İki laf etmediği birinin eksikliğinin yaratacağı boşluğun böylesine büyük, böylesine derin olabileceğini hayal bile edemezdi iki hafta öncesine kadar. Moral bozukluğunu fark eden onca yıllık eşine kendini anlayamayacağını düşündüğünden ne diyeceğini bilemiyordu; lafı eveleyip geveliyordu.
Hava sertleşiyordu. Artık kış kapıdaydı. Öğle vakti İsmail Bey paltosunu giydi, dışarı çıktı. Sokağı ağır adımlarla geçti. Yolla birlikte sağa kıvrıldığında gözlerine inanamadı. Hurda arabası eski yerinde duruyordu; Çirkin de. Adımları hızlandı. Çöp konteynırlarının yanına geldiğinde etrafa bakındı. Hurdacı ortalarda görünmüyordu. Karşı kaldırıma geçti. Dakikalarca bekledi. Ne gelen vardı ne giden. Gerçi hurda arabasının karşıda duruyor olması bile keyiflenmesi için yetmişti. Yüreği umut doluydu. Yüzünde gülümseme günlük yürüyüşüne devam etti. Geri dönüşte de hurdacı yoktu. Herkes ayrılsa da o buraları terk edemezdi; hurda arabası ve köpeği de. Mutlaka gelecekti. Hava kararıyordu. Evin yolunu tuttu.
Gecenin bir vakti mutfağa geçti. Elinde boş plastik bidon ve çöp poşetiyle salona girdi. “Senin derdin çöp atmak değil,” diyen eşi sigara içmeye çıktığını düşünüyordu. Doktor yasaklamıştı sigarayı. Televizyondan gözünü ayıramayan kadın uzatmadı; koca adama laf etmek içinden gelmiyordu.
Apartmanın önündeki sokak lambası yine yanmıyordu. İsmail Bey söylendi tamir etmeyenlere. Bereket diğer lambalar ortalığı aydınlatıyordu. Yanından geçen arabanın açık camlarından fışkıran müziğe rağmen bu kez kızmadı gençlere. Yoluna devam etti. Bakkal Kemal’in dükkânı erken kapattığını fark etmedi. Hâlbuki bu vakitte son müşterileri beklerdi. Sokağın kıvrıldığı yere yaklaşırken kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu.
Yolla birlikte sağa döndü. Gözlerini kısarak oraya baktı. Hurda arabası çöp konteynırlarının yanındaydı. O, yine ortalarda yoktu. Çirkin her zamanki yerindeydi. Hemen duvarın dibine kıvrılmıştı. Yaklaştı. Köpek başını kaldırdı. Baktı gelen yabancı değil karnına çektiği ön bacaklarına başını koydu, gözlerini kapadı. İsmail Bey etrafa bakındı. Sokağın başına kadar yürüdü. Umudu kesmişti. Eve dönmekten başka çare yoktu. Elindekileri atmadığını fark etti. Yaşlanmasına verdi unutkanlığını. Çöp poşetini kaldırıma bıraktı, yanına da bidonu. Paltosunun iç cebindeki paketi çıkardı, tek dal sigara aldı, dudaklarının arasına sıkıştırdı. Emekli olurken bir arkadaşının hediye ettiği gümüş kaplama çakmağı çaktı, sigarayı yaktı. Doktorun uyarısına rağmen neden hâlâ bu meretten kurtulamadığına anlam veremiyordu. Derin bir nefes çekti; dumanı ağzında dolandırdı, keyifle yıldızlara doğru savurdu. Sigarayı parmaklarının arasına sıkıştırdı. Poşeti, ardından bidonu aldı. Etrafına bakınarak yürüyordu. Her an köşeden onun çıkıp geleceğine kendini o kadar inandırmıştı ki…
Çirkin, gözünü açıp gelene baktı. Ayaklandı. Şimdiye kadar hiç hırlamadığı adamın önüne sırt üstü uzandı. Karnını okşatırken kendinden geçti. “Artık yeter. Hanım’ı kızdırmayalım,” dedi İsmail Bey. Kalktı, hurda arabasının sırtına yüklenmiş gibi duran devasa çuvalın ağzını açtı. Korkudan elindeki bidonu düşürdüğünde yankılanan sesle yerinden fırladı Çirkin. Baktı her şey yolunda sesini çıkarmadan uzandı tekrar. Sokak lambasının beyazlığı gözbebeklerinde parlayan hurdacı, kulağında kulaklık karşısında oturuyordu. Ne yapacağını ne diyeceğini şaşırdı. Kaç gündür içini kemiren korku uçup gitti o anda. Kulaklığını çıkardı hurdacı. Çalan şarkı İsmail Bey’in yaşlı gönlünün derinliklerine ulaşacak kadar uzaklardan, radyo günlerinden geliyordu. Hurdacı “Beybaba! Korkuttum mu?” derken, eski dostunu görmüş gibi yüreği sevinçle atıyordu. Güçlükle çıkan heyecanlı kelimeler titriyordu: “Biraz. Bunları boş ver. Bunca zamandır nerelerdeydin? Seni çok merak ettim!”
Ayaküstü çene çaldılar iki eski dost gibi. Gönüller arasındaki gizli köprüden yürüdüler. Onca zamandır gözleriyle ilettikleri duygular şimdi dillerinden dökülüyordu. O günü, yangını konuştular. Ortalarda görünmediği günlerde kendine sığınacak yer aradığını, fakat hiçbir yere sığamadığını söyledi hurdacı. “Niye başka yerlere ya da memleketine gitmedin?” diye sordu İsmail Bey. Hurdacı durdu, “Bu sokaklar, bu mahalle benim evim. İnsan nasıl evini bırakıp gider?” dedi. Sığınacak dam altı bulamayınca hurda arabasını evi yapmaya karar vermiş. Şimdiye kadar hurdalarla dolup taşan çuvalın içini kalın naylonla kaplamış. Çöpe atılmış kapağı kopuk küçük ahşap dolabı içine yerleştirmiş. Birkaç parça giysisini koymuş. Hem giysi dolabı hem koltuk hem de yatak olmuştu küçük dolap. Yalnız gecelerde yoldaşlık etsin diye bir de radyo uydurmuş eskicinin birinden.
İsmail Bey elini uzattı. Hurdacı duraksadı. Telaşla sağ elini paltosuna sildi. Ardından buluşan eller uzun uzun sıkıldı. Vedalaştılar. Birkaç adım atmıştı ki İsmail Bey durdu. Döndü, “Evine hoş geldin komşu!” dedi. Çirkin kalktı, yaşlı adamın peşine takıldı. Bir centilmen gibi eşlik etti. Yaşlı adam apartmana adımını attığında yuvasına döndü. Hurdacı içerde radyo dinlerken dışarıda köşeye çöktü, ön bacaklarını karnına çekti, üstüne başını koydu.
Koca kışın hurda arabasında geçmeyeceğinin farkındaydı hurdacı. Sığınacak yer aramaya devam ediyordu. Ancak yağmurlar yerini kara bırakırken başını sokacak bir yer bulabildi. Ayakta durmakta zorlanan yorgun surlar yüreğinin derinliklerinde ona da mütevazı bir yer açtı. Kış boyunca İsmail Bey kimi günler onu göremedi. Karda buzda düşüp bir yerlerinin kırılacağı korkusundan dışarı çıkmıyordu. Hurdacının kafasını sokacak yer bulduğunu bildiğinden gönlü rahattı. Hurdacı kar kış demeden konteynırların başındaydı. Sadece uyumak için tarihin kucağına gittiğinde ayrılıyordu oradan.
Kış bahara dönüyordu. İsmail Bey sabah erkenden kalkmıştı. Pencereden başını uzattı. Güneş parlıyordu ama hava sertti. Aldırmadı. Kendini dışarı attı. Yola basmasıyla neye uğradığını şaşırdı. Ayağı yerden kesildi. Sağ bacağının üstüne düştü. Apartmanın önündeki buz gafil avlamıştı. Ambulans çağrıldı. Hurdacı onu fark ettiğinde kapısı kapanan ambulans siren çalarak uzaklaştı.
Saatler sonra İsmail Bey eve dönebildi. Sağ bacağı iki yerden kırılmıştı. Apartmanın önünde bacağı alçılı taksiden inerken kaygılı gözlerle bakan hurdacıyı ve Çirkin’i fark etti. Hurdacı, eşinin yardım etmesine izin vermeyeceğinden korktu. Uzakta bekledi. İsmail Bey gülümsedi, sağ elini başına götürüp selamladı. ‘İyiyim,’ dedi gözleriyle.
Kaza İsmail Bey’in sadece bacağında değil yaşamında da kırılmaya yol açtı. Çocuklar karar vermişti. Artık kaçış yoktu; yaşlı adam ve eşine yıllar sonra yeniden yol görünmüştü. Çocukları taşınma işini ayarladı. Önce eskiciye satılan eşyalar evden çıktı. Kalan üç beş parça eşya da kapalı kasa kamyonete yüklendi. Komşular apartmanın önünde toplanmıştı. Ayrılmak zordu. Gözyaşları içinde vedalaştılar. Oğlu İsmail Bey’i otomobilin ön koltuğuna oturttu. Kırık bacağını özenle yerleştirdi. Annesi arka koltuğa oturduğunda kapıyı kapadı. Direksiyona geçip arabayı çalıştırdığında geride kalanlar da gidenler de artık gözpınarlarına söz geçiremiyorlardı. Bakkal Kemal arabayı durdurdu. Vedalaştılar. Kelimeler ağızlardan çıkarken titriyordu. Yol boyunca diğer esnafla da vedalaşacaklardı.
Oğlu yaşlandıklarını, bu mahalleden kurtulmakla ne iyi ettiklerini zamanla anlayacaklarını söyledi defalarca. Babasının yüreğindeki yaraya tuz bastığının farkında değildi. Otomobil kamyonetin önünde ağır ağır yol alırken park etmiş arabalara bakıp söyleniyordu. Eskiyen evlere, insanların giyim kuşamlarına ve yoksulluğa tepeden bakıyordu. “Buralar artık yaşanmaz olmuş” diyordu çocukluğunu, gençliğini bilen sokaklar için. Babası “Bu mahalle benim vatanımdı” dediğinde karşılığı hemen hazırdı: “Artık mahalle eski mahalle değil.” Tam lafını bitirmişti ki çöp konteynırının yanındaki hurdacıyı ve köpeğini gördü. “Bak işte mahalle artık bunlara kaldı,” dedi. Hiçbiri değil ama bu sözler babasının yüreğini delip geçmişti.
Oğluna durmasını söyledi. Araç yavaşça durdu. İsmail Bey pencereyi açtı. Kuyruğunu sallayan Çirkin’in başını okşadı. Elini uzattı. Hurdacının ürkek elini sıktı. Gözleriyle konuştular. Yürekleriyle vedalaştılar. Elleri ayrılırken İsmail Bey sanki vasiyetini söylüyordu: “Bana yine yol göründü. Son yolculuk bu! Mahalle sana emanet.”
Araba hareket ettiğinde mahallenin üstüne eksilmenin hüznü çökmüştü. İsmail Bey, ihtiyar mahallenin sıcaklığından ömrünün son günlerini geçireceği tecrübesiz, cüretkâr ikametgâhına gidişin ağır yükünü omuzlamaya çalışıyordu.