Çay ocağındaki aykırı çırağa…
Oda aydınlanmamıştı. Sokaklar da. Güneşin yüzünü göstermesine daha vakit vardı. Evin dış kapısı açıldı. Çok geçmeden kapandı. Öfkenin sesi değildi işitilen. Yusuf bu sesi çok iyi tanıyordu; kaderine boyun eğmişliğin sesi. Onun bu sesi tanıdığını kimse bilmezdi. Az önce işin yolunu tutan babası da. Uykusuz geçen gecenin ardından sabaha karşı yorganı başına çekerek o sesten kaçmaya çalıştığını da bilmezlerdi; yüreğini yaralayan o sesten kaçamadığını da. Sanki o ses beynini darmadağın ediyor, yüreğini deliyordu.
Diplomayı alalı neredeyse iki yıl olmuştu. Heyecanla başladığı işletme fakültesini yıl kaybetmeden bitirdi. İşsiz geçirdiği ayların ardından elindeki diplomaya baktıkça işletildiğini düşünüyordu. İlk zamanlarda birkaç kez iş görüşmesine çağrıldı. Hepsinden eli boş döndü. Sonra… Bekledi. Bekledi… Aylarca görüşmeye bile çağrılmadı. Umudu kalmamıştı. Ne iş olduğuna bakmaksızın çalışmaya karar verdi. Tekstil atölyesinde günü kurtarmak istedi, olmadı. Markette kasiyerlik, büfede sipariş götürme, lokantada bulaşıkçılık… Ne yaptıysa sonu hep hayal kırıklığıydı. “Genç adamsın taşı sıksan suyunu çıkarırsın” diyordu babası, eklemeyi de unutmuyordu: “Güneş üstüne doğmamalı. Bak o zaman her şey nasıl yoluna girecek.” Kuyruğu dik tutacak hâli kalmamıştı. Kaçmaya çalıştığı babasına sığınmaya karar verdi. Diplomasını düşünmedi.
Başına çektiği yorganı attı. Yataktan fırladı. Öyle ki, üzerine yapışmış yüklerden kurtulmuştu sanki; diplomadan, kendisini bekleyen parlak kariyer palavralarından, umut tacirlerinden… Perdeyi araladı. Ortalık aydınlanmamıştı. Uzakta ezan okunuyordu. Babası işyerinin kapısını açıp işe başlamıştır muhakkak. Aceleyle perdeyi kapadı. Sandalyenin üstündeki yıpranmış giysilere uzandı. Eli boşlukta asılı kaldı. Babası hazzetmediği giysilerle işyerine geldiğini gördüğünde kendisine meydan okuduğunu düşünebilirdi. Belki müşteriler de kafalarını çevireceklerdi. Olsun. Hayallerini çalan tacirlerin sahte cennetlerinden daha kötü olacak değildi ya.
Kararsızlığı uzun sürmedi. Yenildiyse de onuruyla teslim olacaktı. Çevresindekilerin eleştirdiği, dalga geçti giysileriyle işe gidecekti. Sandalyenin üstünde boşlukta asılı kalan eli yıpranmış giysilere uzandı. Özenle giyindi. Baştan aşağı siyahlara bürünmüştü; tişört, pantolon, çorap. Tişörtte en sevdiği grubun adı, büyük harflerle: METALLICA. Jöle kutusunu açtı. İşaret ve orta parmağıyla aldığı jöleyi sol avucuna sürdü. Avuç içlerini buluşturdu, yavaşça ovuşturdu. Uzun saçlarını şekillendirdi. Boynundaki, kollarındaki dövmelere baktı. Kolyesini taktı. Üniversite son sınıfta aldığı bilekliği sağ kolunda. Aynaya döndü. Baştan aşağı kendini süzdü. Kaybettiğini zannettiği kimliğini bulmuş gibi sevindi. Gülümsedi.
Siyah kargo pantolonundan sarkan zincirleri düzeltti. Sol cebine eski model cep telefonunu koydu. Kablosuz kulaklığını kulağına yerleştirdi. Odanın kapısını usulca açtı, salonun karanlığına karıştı. Ayaklarının ucuna basarak antreye ulaştı. Yatak odasının kapısı kapalıydı, altından ışık sızıyordu. Annesi sabah namazı için kalkmıştı. Ona görünmeden çıkmalıydı. Bu saatte nereye gittiğini sorduğunda söyleyecek sözü yoktu. Babama teslim olmaya gidiyorum dediğinde alacağı karşılığı biliyordu: ‘Bu hâlde mi?’ Telaşlandı. Siyah postallarını giydi. Pantolonun paçalarını konçların içine soktu, aceleyle düzeltti. Hızla evden çıktı. Apartmanın girişinde üstünü başını son kez kontrol etti. Her şey yerli yerindeydi. Aksesuarları da.
Apartmanın kapısı kapandı. En alt basamakta durdu. Kulaklığını kontrol etti. Pantolonun cebindeki telefonu aldı. Sesi isyanını içine hapsedecek kadar açtı. Sevdiği grubun eşliğinde omuzları dik yürüdü. On beş dakikaya kalmadan geleceğini aradığı sokağın başındaydı. Durdu. Babasının işlettiği çay ocağı az ötedeydi. Kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Neyle karşılaşacağını bilememenin korkusu sarmıştı bedenini, ruhunu. Vazgeçemezdi. Korkusunun üzerine yürümeliydi. İlk adımı atsa gerisi gelecekti. Geleceğinin mekânına baktı. Ne içindeydi ne de dışında. Görünmeyen sınırın üstündeydi. Sınırın ötesine geçemiyordu. Zamana ihtiyacı vardı. Cesaretini arıyordu. Başaramadı. Gerisin geriye gitti. Dakikalarca yürüdü. Farkına varmadan görünmeyen sınırın üstündeydi tekrar.
Güneş binaların ardından yükseldi yükselecekti. Gözleri sokakla tanışmaya çalışıyor gibiydi. Çay ocağının bulunduğu tarafa baktı. Tarihi caminin kapısını çaprazdan gören mozaik kaplı apartmanların altında gösterişten uzak mağazalar, dükkanlar yan yana dizilmişlerdi; kasap, halıcı, eczane… Tam orta yerde küçük, kapısız giriş. Bilmeyen nereye açıldığını düşünmeden önünden geçip giderdi. Devamında camcı, lahmacun salonu, kuruyemişçi… Üstlerindeki katları yıllardır taşımanın yorgunluğu hemen fark ediliyordu. Renkleri solmuş tenteler son nefeslerini vermeye hazır gibiler. Binaların arasından süzülen güneş üst katların pencerelerine çarparak hız kazanıp tam karşıdaki binaların üstüne düşüyordu.
Sokaktaki birkaç ağacın altında duvar dibine atılmış sehpalarda toplanmış ihtiyarlar sabah namazdan çıktıktan sonra eve gitmek yerine taburelere oturmuşlardı, her sabah yaptıkları gibi. Altmış yaşını ne zaman geride bıraktığını bir çırpıda hatırlayamayacak adam, lağımcı Hasan, kalın teli çember yapmış, duvara dayadığı kazmayla küreğin saplarına geçirmişti. Yağını kağıda vermiş iki peynirli poğaçadan birini aldı, ısırdı. İlk lokmanın tadını çıkarmaya çalışırken görünmeyen birine seslendi: “Hakkı Usta! benim çayı unuttun mu?” Yan masadaki ihtiyarlardan birkaçı laf attı. Gülüştüler. Aceleleri yoktu. Bu sahneyi şimdiye kadar kim bilir kaç kez tekrarlamışlardı. Kalabalık sehpanın uzağında oturan gri cüppeli, sarıklı ihtiyarın elinde yeşil doksan dokuzluk tespih. Acelesi yoktu, ağır ağır çekiyordu.
Ortalık aydınlanmadan birkaç kişi otobüsü kaçırma korkusuyla koşturarak sokaktan geçip gitmişti. Çok geçmeden artları sıra onlarca hızlı adam ve kadın sokağı boydan boya geçti. İhtiyarlar kendilerini yoran tanışmadıkları bildik insanların hızına inat dingin koylarına sığınmışlardı. Yıllardır yaptıkları gibi.
Takım elbiseli sakallı adam, caminin imamı, oradakileri selamladı. Duvar dibinin yaşlıları saygıyla karşılık verdiler. İmam davetlere teşekkür ederken sağ elini kalbinin üstüne koydu. Cüppeli adamla diğer ihtiyarlar arasındaki sehpanın başına çöktü. Hasır tabureye oturdu. Lağımcı Hasan’ın gür sesi tüm sesleri bastırdı: “Hakkı Usta! Hoca efendiye bir çay. Her zamanki gibi.”
Yusuf daha fazla sınırda kalamayacaktı. İki taraftan birine düşecekti; ya içeri ya dışarı. Görünmeyen bir el yabancısı olduğu mekâna itiverdi. Postalı ürkekti. Parke taşlara sessizce dokundu postalları, önce sağ sonra sol. Duvar dibinde oturanların gözlerini üzerinde hissetti. Dönüp bakmadı. Duvar debindekilerin hayatını renklendirdiğinin farkında değildi. Sabahın değişmeyen tekdüzeliğini bozmuştu.
Mozaik kaplı binaların önündeki kaldırıma çıktı Yusuf. Şimdiye kadar böylesine heyecanlanmamıştı. Eczaneyle camcı arasındaki girişin önüne geldiğinde durdu. Kapısız koridor binanın derinliklerine doğru uzanıyordu. Sağlı sollu küçük dükkânlar dizilmişti. Koridorun sonundaki çay ocağını birkaç floresan lamba aydınlatıyordu. Işıl ışıl değildi. İçeriden yükselen neşeli türküler koridoru dolaşıyordu. Babasının sırtını gördü, yine yıpranmış gri ceketi üstündeydi. Kazanın üstündeki demliği aldı. Tezgahtaki bardakları doldurdu; ikisi demli diğerleri açık. Tepsiye koydu. Ocaktan çıktığında Yusuf’la göz göze geldiler. “Günaydın baba” dediğini duymamış gibi oğlunun yanından geçti, koridorun sonundaki aydınlığa karıştı.
Koridorun sonundaki ışığın orta yerinde beliren çaycı Hakkı elinde boş bardaklarla döndü. Yüzündeki kızgınlık fark edilmeyecek gibi değildi. Yusuf, babasının habersiz gelişine kızdığını düşündü. Lavabonun önünde suçlu gibi duruyordu. Boşları almak istedi. Çaycı Hakkı o yokmuş gibi davrandı. Bardakları çelik evyenin içine bıraktı. Gün boyunca ne çay dağıttırdı ne de bardakları yıkattı. Kafasından geçenler dilinden dökülmedi. Her hâlinden belliydi kızgınlığı.
Babasının iş vermemesine içerledi. Kararlıydı, kaçıp gitmeyecekti. İnatla bekledi. Onu yaralayan, sessizliğiydi. Öfkeyle haykırsa rahatlayacaktı. Şimdiye kadar kızgınlığını yutan adamın bağırıp çağırmayacağını biliyordu. Yine de ağzından çıkacak tek sözcüğü bekledi. Ama boşuna… Öğle vakti ekmek arası döneri getirip önüne bırakırken de suskundu. Bunaltıcı suskunluğa karşılık vermek istedi, dönerden bir lokma bile almadı. Çaycı Hakkı suskundu. Akşamüstü sehpanın üstündeki el sürülmemiş döneri aldı, kaldırımda uzanmış kediye verdi.
Yatsı namazını beklediler. Çaycı Hakkı namaza giderken çay ocağının kapısını kilitlemedi. Oğluna ne gel demişti ne de git. Yusuf umutlandı. Kovulmamıştı. Üstelik kapı ardına kadar açıktı. Belli etmemeye çalışan babasının kalbi de…
Camiden çıkanlarla birlikte ocağa geldi çaycı Hakkı. Yine sessizdi. Müşterilere son çayları verdi. Bardakları yıkadı. Yusuf’a iş vermemek için yeminliydi sanki. Temizlik bitince birlikte çıktılar. Yine suskundular. Yolda suskundular. Evde suskundular.
Günlerce sürdü suskunluk. Yusuf’un işsizliği suskunluğun yapışık ikizi gibiydi. Çaycı Hakkı inadından vazgeçmedi. Yusuf babasına çekmişti, inatçıydı. Her gün aksatmadan işe geldi. Babasına ve müşterilerine aykırı gelen kıyafetlerinden, takılarından vazgeçmedi. Dövmelerini de saklamadı. Ayrılmaz parçalarını sakladığı gün kendini yitireceğini başka biri olacağını düşünüyordu.
Günlerce çay ocağında köşedeki sandalyeye yapışmış gibi oturdu. Babasını izledi sessizce. İşin inceliklerini öğrenmeye çalışıyordu. Ne yaparsa yapsın ne kadar susarsa sussun orayı terk etmeyecekti. Kulaklığı sürekli kulağındaydı. Babasına ve müşterilerine aykırı gelecek şarkılara tutunarak kendini korumaya çalışıyordu. Direnişi kimliğiydi. Ne zaman o şarkılar susarsa yenilecekti. Babası olmak istemiyordu. Çay ocağı işletemeye itirazı yoktu. Kendisini kaybetmekten korkuyordu. Kararlıydı. Bu bilek güreşinden kaçmayacaktı. Yenilgiyi düşünmek bile istemiyordu. Pantolonun sol yan cebinden telefonu çıkardı. Müziğin sesini biraz daha yükseltti.
Çay ocağına gelişinin on dokuzuncu günüydü. Müşteriler öğle namazına gitmişti. Babası da. Yusuf ardı sıra baktı. Her vakit müşterileriyle caminin yolunu tutan çaycı Hakkı yalnızdı. Dalgındı. Başı önde yürüyordu. Birkaç gündür babasının yalnız camiye gittiğinin farkında değildi Yusuf.
Çay ocağı sakindi. İçeri girdi. Sandalyeyi kapının solundaki boşluğa, camın önüne çekti. Çok geçmeden derin düşüncelere dalıp gitti. Babasının o hâline takılmıştı; yalnızlığına, suskunluğuna. Başı önde gidişi yüreğini sızlatmıştı. Muhakkak bir derdi vardı. Sormaya cesareti yoktu. Şimdiye kadar ne çaycı Hakkı onunla dertleşmişti ne de o babasıyla. İçini bir sıkıntı kapladı. Cep telefonunu aldı, ekrana dokundu. Müzik kapanmıştı. Kulaklığı çıkardı. Kaynayan suyun sesini fark etti. İçini kaplayan duyguları tanımlayamadı. O anı tek kelimeyle anlat deseler tereddütsüz dinginlik derdi. Çay ocağının arkasında, soldaki rafta duran radyodan yükselen sese kulak kabarttı. Tanımadığı erkek sanatçı tek tek seçilen sözcüklerine eşlik eden enstrümanlarla dingin sularda süzülen salda sonsuz bir yolculuğa çıkmış gibiydi. Belki de babasının en çok beğendiği şarkıyı en sevdiği şarkıcı söylüyordu. Çaycı Hakkı’nın ne tür müzikten hoşlandığını bilmemek garibine gitti. Babasının da kendi dinlediği müziğe yabancı olabileceğini düşündüğünde irkildi. Bu uzaklığa anlam veremedi. Uzaktaki babası mıydı? Yoksa kendisi mi ona uzaktı? Belki ikisi de kendi uzaklarındaydı.
Yusuf ilk defa babasının sıkıntılı hâlini dert ediniyordu. Radyo çaycı Hakkı’nın dünyasından sesleniyordu. Gidip kapamak gelmedi içinden. İlk kez babasıyla iletişim kurduklarını hissediyordu. Kazandaki fokurtu ritmini artırdı. Garip bir şekilde sesler, müzik, içerdeki dinginlik babasının kendisini sarıp sarmalayan kolları olmuştu. Gözleri kapandı. Uyumuyordu. Sanki onun çekinmeden kollarıyla sarıp sarmalaması için ruhunun derinliklerindeki engelleri aşmasına yardım ediyordu her şey.
Yusuf ilk defa babasını düşünmenin yarattığı dev dalgalar arasında ne yapacağını bilemenin çaresizliğini yaşıyordu. Gözlerini açtı. Radyo kendi hâlinde çalarken demliklerin altında kendi ritmini yakalamış kazan fokurdamaya devam ediyordu. Az sonra camiden çıkanlar karşı kaldırımdaki sehpaların etrafında toplanıp taze çayları bekleyecekler. Çaycı Hakkı gelecek, taze çayları bardaklara koyup müşterilerine dağıtacak. Sokak kedileri, köpekler kendilerine düşen payı yandaki kasaptan alacaklar. Aynı saate sokaktan geçenler yine sektirmeden gelip yollarına devam edecekler. Belki de günü renklendirecek küçük sürprizler yaşanacak. Olağan yaşam kadar bu olağanlığın parçası sürprizler de şu küçücük alana sıkışmış dünyanın sakinleriydi. Tek yabancı Yusuf’tan başkası değildi.
Çay ocağının parçası olamadığını anlamıştı Yusuf. Kararını verdi. Davetsiz geldiği dünyayı gerçek sahiplerine bırakacaktı; Çaycı Hakkı’ya, duvarın önünde oturan müşterilere, esnafa, sokaktan gelip geçenlere, sokak kedilerine, köpeklere, günün aydınlığına, gecenin karanlığına, kapatılan kepenklerin gürültüsüne…
Çaycı Hakkı öğle namazından geldiğinde demlikleri kontrol etti. Ayakta bekleyen oğlunu görmemiş gibiydi. Bardakları doldurdu, biri açık. Tepsiye bardakları koydu, tam ortaya şekerliği. Yanına gelen Yusuf’u görmezden geldi. Tepsiyi alıp sessizce çıktı. Servisi yapıp döndüğünde eşinin hazırladığı sefertasını açtı. Kendi tabağına türlünün yarısını koydu, kalanı Yusuf’a bıraktı. Radyo açık olmasa gören cenaze çıktı zanneder.
Yusuf yemeğe dokunmadan ayakta bekledi. Babası yemeği bitirdiğinde kendine çay koydu. Çay kaşığının sesi türküye karıştı. Oğlunun seslenmesiyle duraksadı.
“Baba!”
Sessizlik orucundaydı sanki çaycı Hakkı. Çaydan büyük bir yudum aldı.
“Baba sana bir şey söyleyeceğim.”
“…”
“Bana kızgınsız biliyorum. Seni üzmek istemezdim. Aylarca iş aradığımı biliyorsun. Ne yaptıysam iş bulamadım. Senin yanına gelmekten başka çarem kalmadı. Artık üzülmeyeceksin.”
Sessizce babasının ağzından çıkacak tek cümleyi, tek kelimeyi bekledi. Çaycı Hakkı suskunluğunu bozmadı.
“Ben gidiyorum baba.”
Çaycı Hakkı sarsıldı. Başını çevirdi, oğluna baktı.
“Baba! Bir şey demeyecek misin?”
Bitmeyecek hissi uyandıran sessizliğin orta yerinde başı önde kapıya doğru ağır adımlarla yürüdü. Yusuf can simidi gibi atılan sesi duyduğunda durdu. Sanki bu anı bekliyordu.
“Nereye gidiyorsun? Ben sana git dedim mi?”
Yusuf döndü, babasına doğru birkaç adım attı. “Git demedin. Ama iş de vermedin. Sessizliğine dayandım. Ama iş vermemene dayanamıyorum.”
Çaycı Hakkı’nın eli dili olmuş yanına gelmesini işaret ediyordu. Sandalyeye oturmasını söyledi.
“Kılık kıyafetim mi sorun baba? Dövmelerimden mi rahatsızsın, yoksa dinlediğim müzikten mi?”
“Ne güzel de saydın nelerden rahatsız olduğumu.”
“Beni olduğum gibi sevmen o kadar mı zor baba?”
“Sen de beni anlamaya çalışsan… Benim de çevrem var (…) eşim dostum var (…) müşterilerim var. Bunları geçtim fakat…”
Çaycı Hakkı’nın lafını tamamlamasını bekledi. Uzun süren sessizliğe dayanamadı.
“Baba söylemek isteyip de söyleyemediğin şey ne?”
Yutkundu. Oğlunun soran gözlerinin baskısından kurtulamadı.
“İblis…”
“Ne demeye çalışıyorsun baba? Beni iblis olarak mı görüyorsun?”
“Müşteriler… müşteriler! İlk geldiğin gün ‘ocağa giren iblis kılıklı kim?’ dediklerinde sustum. Oğlum diyemedim.”
Sustu. Gözpınarları açıldı açılacaktı.
Yusuf karşılık vermedi. Yerinden kalktı.
“Oğlum gitme!” derken çaycı Hakkı’nın sesi titriyordu.
Yusuf oturmadı. Sessizce ocağa geçti, tepsiye bardakları dizdi. Bardakları doldurdu; kimi demli kimi açık. Tepsi elinde “Merak etme baba sen git demedikçe ben gitmem,” dedi. Ocaktan çıktı.
Yusuf daimi müşterilerin bakışları arasında yolun karşısına geçti. Duvarın önünde oturanlara gülerek yaklaştı. Çıt çıkmıyordu. Duyduklarıyla ürperdiler.
“İblisin çayları bunlar.”
“Tövbe estağfurullah,” dedi gri cüppeli, sarıklı ihtiyar. Yeşil doksan dokuzluk tespihi hızla çekmeye başladı.
Yusuf herkesin önüne çay bıraktı, bir bardak da kendisi için. Lağımcı Hasan’ın yanına oturdu.
“Buyurun ağabeylerim, amcalarım. Çayları soğutmayalım. Bu çaylar benden. İblisin ikramı.”
Bardaklar yarılandığında baktı kimse konuşmuyor, tam zamanı diyerek müşterilere kendini tanıttı.
“Sayın büyüklerim! Benim adım Yusuf. İsterseniz iblis demeye devam edebilirsiniz. Babamı tanırsınız.”
İmam merakla sordu: “Kimmiş baban bakalım.”
“Çok iyi tanırsınız, çaycı Hakkı.”
Şaşkın bakışlara aldırmadı Yusuf.
“Bana ister Yusuf deyin ister iblis. Ben bundan sonra babamla birlikte ocağı işleteceğim.”
İmam, “Evladım güzelim adın yerine kendine neden iblis diyorsun,” dedi.
“Sayın hocam! Ben kendime neden iblis diyeyim? Sizin cemaatinizdekiler bana iblis demeyi uygun görmüşler.”
Çaycı Hakkı saate baktı. Yusuf ocaktan çıkalı neredeyse yarım saat geçmişti. Merakla yerinden kalktı. Dışarı çıktı. Baktı. Yusuf karşı kaldırımda oturmuş kendisine iblis diyenlerle sohbet ediyordu. Şaşkın bakışlarını alamadı, oğlunu izledi. Ne kadar öyle kaldığının farkında değildi. Karşıdan imam seslendiğinde kendine gelebildi: “Hakkı Usta! Gel sen de sohbete katıl.”
Olup bitene anlam veremeyen çaycı Hakkı sessizce döndü, ocağa geçti. Oğlunun ardı sıra geldiğinin fakında değildi. Yusuf tam karşı kaldırıma geçmişti ki imam seslendi: “İblis!” Yusuf döndü. “Bize çay getir. Bir bardak da kendine. Hesaplar bende.”
“Başım gözüm üstüne hocam.”
Yusuf ocağa babasının şaşkın bakışları arasında girdi. Olup biteni hızla anlattı. Bir yandan da çayları doldurdu. “Devamını sonra anlatırım. Müşteriyi bekletmeyelim,” dedi. Tepsiyi kaptığı gibi soluğu duvar dibinde aldı. Çaycı Hakkı yaşananlara anlam veremiyordu.
Bir aya kalmadan Yusuf’u tanımayan, iblisin çayını içmeyen kalmamıştı. Ocağın geliri de hayli artmıştı. Müşteriler Yusuf’u görmeseler merakla çaycı Hakkı’ya oğlunu soruyor, bir sıkıntı olmadığını öğrendiklerinde de rahatlıyorlardı. Ne Yusuf’un camiye gitmemesini ne siyah giysilerini ne de garip takılarını dert ediyorlardı. Hatta kimi zaman masalarına oturtup alışamadıkları müziği açtırtıyor, şarkıları birlikte dinliyorlardı. Yusuf artık herkesin iblisiydi. Onu her şeyiyle benimsemişlerdi. O da kendini onlardan biri görmeye başlamıştı. Benzemezlerin birbirine nasıl bağlandığını kimse düşünmüyordu.
Yusuf ocakta işe başlayışının birinci yılı dolduğunda kuru pasta almış duvar dibindeki müşterilerin camiden çıkmasını bekliyordu. Babası ocağa girdi, müşterilerin siparişini iletti: “Seninkiler çaylarını bekliyorlar.”
Yusuf hazırlığını çoktan yapmıştı. Bir elinde çay dolu tepsi diğerinde pasta kutusu. Babasıyla göz göze geldiler. Çaycı Hakkı oğlunun alışamadığı giysilerine, takılarına baktı. Kulaklıktan yayılan müziği yadırgamadı. Yusuf ocaktan çıkarken radyodan en sevdiği türkü yükseldi. Neşe Ertaş’a eşlik etti çaycı Hakkı.
Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özümden sel gizli gizli
Bir tenhada can cananı bulunca
Sinemi yaralar
Yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy
Dil gizli gizli,
Dil gizli gizli
Sinemi yaralar
Yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy
Dil gizli gizli, dil gizli gizli
Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçenin gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider
Yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy
Yol gizli gizli,
Yol gizli gizli
Gönülden gönüle
Yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy
Yol gizli gizli, yol gizli gizli
…
Yazdıklarını okurken sanki orada çay ocağının başındaymışım gibi hissettim. Emeğine sağlık
Ayrılmaz parçalarımızı saklamadan, kimliğimizi kaybetmeden de uyum içinde yaşayabileceğimizi anlatan sıcacık bir öykü olmuş. Çok beğendim.
Kaleminize sağlık. Çok akıcı bir öyküydü özellikle betimlemelerinize bayıldım.