Amerikalı yazar J.D. Salinger tarafından kaleme alınmış bir roman olan “Çavdar Tarlasında Çocuklar”, yayınlandığı 1951 yılında büyük bir yankı uyandırmış ve Amerikan Edebiyatı’nın klasikleri arasında önemli bir yere sahip olmuştur. Gençlik sancılarına, toplumsal ilişkilere ve sorunlara odaklanan bu eser, baş karakter Holden Caulfield’ın New York’ta geçirdiği birkaç günü kapsayan hikâyesini ele alır. Salinger’ın sade ve akıcı dili okuyucuyu hikâyenin içine sürüklerken, Holden’ın içsel dünyasına derin bir yolculuk yapmak ve empati kurmak için ideal bir zemin sunar. Karakterin iç dünyasında verdiği savaş ise özellikle sert bir üslupla anlatılmıştır.
Okuyucu, gerçekçi bir portresi çizilen Holden’ın düşüncelerini, hayal kırıklıklarını, öfkesini ve umutsuzluğunu birebir deneyimler. Salinger’ın ustalığı, karakterin iç sesini o kadar canlı bir şekilde aktarabilmesindedir ki okuyucu, karakterle özdeşleşir ve onunla duygusal bir yolculuğa çıkar. Karakterin sıradanlık ve yüzeysellik karşısındaki isyanı, birçok okurda kendini bulma duygusu yaratır. Gençlik döneminin karmaşıklığını ve toplumun baskısını anlatırken roman, aynı zamanda yetişkinlik, ahlak, kaygı ve kimlik arayışı gibi evrensel temaları da ele almaktadır. Salinger, toplumun kurallarının ve beklentilerinin bireyin özgünlüğünü nasıl bastırdığını vurgularken, Holden’ın yaşadığı çatışmaları, kalbinde taşıdığı acıları ve sakladığı duyguları da ustalıkla aktarmaktadır.
Holden, varlıklı bir aileden gelmektedir ancak çevresinde gördüğü yozlaşma ve ikiyüzlülük, onu tanımlayamadığı bir huzursuzluğa sürüklemektedir. Okulundaki başarısızlıkları ve toplumun beklentilerine uymak istemeyişinin etkisiyle kendini yalnız ve dünyadan koparılmış hisseden Holden, çevresi tarafından anlaşılmadığını düşünür ve hayata karşı içten içe çaresiz bir öfke besler. Bu durum, karakterin diline ve üslubuna yansımakta, düşüncelerini ve duygularını argo bir şekilde aktarmasına sebep olmaktadır.
Okuyucu, romanın birinci şahıs anlatıcısı olarak Holden’ın düşüncelerine ve hislerine doğrudan tanık olurken, yalnızlık duygusunun onun temel bir özelliği olduğunu fark etmektedir. İçsel monologları ve vicdanıyla yaptığı tartışmalardan da anlaşılacağı üzere insanlarla bağlantı kurmakta zorluk çekmekte, belki de kendini dilediği gibi ifade edememektedir. Holden, toplumun ve insanların sahteliğine karşı güçlü bir isyan duygusu taşır. Okulundaki yozlaşmışlık, yetişkinlerin yüzeysel davranışları ve kişilerin birbirlerine karşı sergiledikleri sahte tutum onu rahatsız eder, bu nedenle toplumun beklentilerine uymak yerine kendi değerlerini ve özgünlüğünü korumaya çalışır. Bu eleştirel bakış açısı, ona toplumdaki sorunları ve yanlışlıkları sorgulama fırsatı sunarken isyankâr tarafını da sürekli güdülemektedir.
Karakterin ilginç bir yanı da hâlâ içindeki çocuğun masumiyetini korumasıdır. Bunca kötülük ve saçmalık karşısında, özlem duyduğu çocukluk anılarına saf duygularla sığınmakta ve yetişkinlerin karmaşık dünyasından rahatsız olmaktadır. Belki bu nedenle hassas, kırılgan ve kaygılıdır çoğu zaman. Büyümek, yetişkin olmak (ki bu da sorumlulukları beraberinde getirecektir) ve kendi kimliğini bulmak arasında çelişkili bir mücadele yaşar. Bir yandan yetişkinlikle ilişkili beklentileri karşılamak istemese de diğer yandan birileri tarafından kabul görme ve birilerine bağlanabilme arzusu taşımaktadır. Bu karakter, gençlik döneminin kaosunu ve karmaşıklığını yansıtırken aynı zamanda birçok genç okuyucu için tanıdık ve gerçekçi bir portre sunar. Holden’ın içsel çatışmaları, büyümeye dair korkuları ve toplumun beklentileriyle başa çıkmak için verdiği mücadele, okuyucunun kendi benlik arayışıyla rezonansa girmesini sağlar. Holden geçmişte yaşadığı travmatik olaylarla ve kardeşinin ölümüne duyduğu kederle yüzleşmek ve hayatta ilerlemek için içsel bir dönüşüm geçirir. Bu süreçte, kendi değerlerini ve gerçek benliğini bulma yolunda önemli adımlar atar.
Holden’ın düşünceleri, dalgalı bir denizde kulaç atmak gibi huzursuz, konforsuz ve değişken roman boyunca. Ancak o saf ve temiz kalbinden geçen duygular, üzüldüğü şeyler ne kadar da tanıdık! Yüreklere dokunacak bir alıntı ile noktalanmalı bu inceleme:
“Neyse, yanımdaki rahibe sepetini yere düşürdü, ben de yere uzanıp aldım, ona verdim. Bağış için para topluyor mu diye sordum. Hayır dedi. Bavuluna sığmamış sepet, o da böyle elinde taşıyormuş. İnsana, baktığında çok güzel gülümsüyordu. İri burunluydu, demir çerçeveli gözlüğü pek çekici değildi, ama felaket cana yakın bir yüzü vardı. “Eğer bağış kabul ediyorsanız,” dedim, “sanırım, küçük bir katkıda bulunabilirim. Bağış topladığınız zamana kadar saklarsınız, sonra da öteki bağışlara katarsınız. “
“Ah ne iyisiniz” dedi. Öbür rahibe arkadaşı, uzanıp bana baktı. Bir yandan kahve içiyor, bir yandan da siyah ciltli küçük bir kitabı okuyordu. İncil türünden bir şeydi. İkisinin önünde de kahvaltı diye, kızarmış ekmekle kahve vardı yalnızca. Moralim bozuldu buna. Ben kalkmış jambonlu yumurta yerken, birilerinin yalnızca kahve içip kızarmış ekmek yemesinden nefret ediyorum.”