Ne zaman mavi ve kırmızı renkleri yan yana görsem aklıma hep o bebek gelir. Hani Ege sahillerinin birinde cansız bedeniyle yatan Aylan bebek… Akıllardan silinmeyen o görüntü utancın resmidir, kanayan bir yaranın resmidir. İnsanlığın var oluşundan itibaren kaçınılmaz olan bir başlangıcın sonudur aslında o görüntü. Yürekleri burkmuş, ciğerleri dağlamıştır; ne çare…
Kalemini de bestelerini de çok sevdiğim, toplumsal konulara her daim duyarlı Zülfü Livaneli bu romanında işte tam da bu yarayı dile getiriyor. Balıkçı Mustafa ve hayat arkadaşı Mesude’nin gözünden ortak ediyor bizi bu kanayan yaraya.
Aylan bebeğin bulunduğu yerde, Muğla sahillerinden birinde yaşayan kendi hâlinde bir balıkçıdır Mustafa. Yıllar önce oğluyla balık tutmak için denize açıldıklarında hiç beklenmeyen bir şey olur ve oğlu Deniz’i birdenbire yutar karanlık sular. İşte o gün bu gündür daha bir içine kapanır Mustafa. Ta ki küçük bir şişme botun üzerinde o göçmen bebeği bulana kadar. Deniz, kendi Deniz’ini alıp başka bir Deniz yollamıştır ona hediye. O morarmış bebeğin minicik ağzıyla hayata tutunma çabası Mesude ve Mustafa’nın da hayata tekrar tutunuşudur aslında. Yaşamak için, yaşamanın hakkını vermek için artık bir sebepleri vardır. Hem de hiç ummadıkları bir zamanda çıkmıştır karşılarına. Ve bağırlarına basarlar adını Deniz koydukları yavruyu, o minik can artık kendi parçaları olmuştur.
Başka cesetler de bulmuştur Mustafa. Hatta o cansız bedenlerin Deniz’in annesi ve babası olabileceğini düşünmüştür üzülerek. Daha bir sahip çıkmıştır Deniz’e. Yaptıklarının suç teşkil ettiğini bile bile göze almışlardır her şeyi, Mesude’siyle birlikte.
Romanda doğanın hissettirilmeden ya da hissettirilerek zaman içinde nasıl katledildiğini de anlatıyor değerli yazar. Otel için ormanların, yol için ağaçların yok edilmesini, siyanür denen zehirle altın aranmasını, denizi sahiplenen balık çiftliklerini, hıncahınç sıkıştırılmış balıkların tabandan başlayarak çürümelerini ve daha pek çok şeyi anlatıyor.
“Deniz ekmek kapısı, deniz hayat, deniz sevgili, deniz zalim, deniz suskun, deniz sevecen, deniz öfkeli…” diyor bir paragrafında. Bence bu cümle her şeyi anlatıyor, özetliyor, suratımıza çarpıtıyor bir tokat gibi…
İnsanlık var oldukça; kahrolası savaşlar, göçler, kahrolası açgözlülük, kahrolası bencillik de hep var olacak. Bunun yanında ne umudundan ne de hayallerinden vazgeçecek insan. Ütopik olduğunu bile bile umut ışığının düğmesini hep açık tutmaya çalışacak içinde. Denizlere açılacak, yollar aşacak, kendini bile terk edecek bu uğurda…