DÜNYA EDEBİYATINA ALTIN MİRAS: ALBERT CAMUS
“İnsanın her gün yaptığı en iyi şey, intihar etmemeye karar vermesidir.”
Varoluş sancılarını satır satır okuyabildiğimiz, 20. yüzyılın düşünce ve edebiyat dünyasının en etkili isimlerinden biri. Bir cümlesi ile sayfalar dolusu sorgulatan, fısıldayarak bile depremler yaratan bir adam: Albert Camus.
Romanları, yapıtları ile çağdaş yaşama karşı duyduğu endişeleri, burjuva ahlak anlayışını, modern insanın bencilliğini, çaresizliğini anlatırken, modern insan onun her bir satırının, her geçen gün daha fazla hakkını vererek Camus’u endişelerinde haksız çıkarmadı elbet. Büyüdükçe yozlaşan dünya ise bize kendimizi sorgulatan düşünceleri ile her çağa bir Camus ihtiyacı doğurdu. Edebiyatı ‘başkaldıran insan’ ile tanıştırdı. Varoluşçu izler taşıyan romanları ile akımın en önemli temsilcilerinden oldu. Felsefeye göz kırptı, tiyatroya dokundu, çağdaşlarını derinden etkiledi ve görevini tamamladı. Şanslı okurlarına, düşünmeyle bitmeyecek sorular bıraktı.
1913 yılında Cezayir’de, yoksul bir ailede, okuma yazma bilmeyen bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi Camus. I. Dünya savaşında piyade alayında görev yapan babasını henüz 2 yaşındayken kaybedince, temizlikçilik yapan annesi ile zor bir hayat yaşadı. Kendi deyimiyle bu hayata ‘yabancı’ydı; ancak çabalamaya ve mutluluğa inanıyordu. Denemelerinden oluşan ilk kitabında (Tersi ve Yüzü – 1937), bu yıllarda yaşadığı zor günleri ve yoksulluğu anlattı. Bir sene sonra yazdığı Noces (Düğün Gecesi) kitabında ise, Cezayir’in yoksulluk yıllarına duygusal bir açıdan bakarak yoksulların en büyük zenginliğinin doğanın güzelliği olduğunu anlattı. Camus’un hayat konusunda çelişkilerini ilk kez bu kitaplarında görüyoruz.
Lise ve üniversite yıllarında sporun birçok dalıyla ilgilendi; ancak ağırlık olarak kalecilik yapan Camus, 1930 yılında vereme yakalanınca spor hayatına son verdi. Maddi zorluklar nedeniyle bir süre çalışmak zorunda kaldığı için okulu bıraktı ve bu süreçte en büyük desteği gördüğü öğretmeni Jean Grenier’den etkilenerek felsefeye yöneldi. Felsefe merakı sebebiyle üniversiteye dönerek eğitimine kaldığı yerden devam etti ve tezini tamamlayarak 1936’da mezun oldu.
Henüz üniversiteyi bitirmeden Camus’un hayatında iki önemli gelişme oldu. 1934 yılında ilk karısı Simone Hie ile evlendi ve Fransız Komünist Partisi’ne katıldı; ancak iki birliktelik de çok uzun sürmedi. Morfin bağımlılığı ve sadakatsizlikleri yüzünden karısından kısa sürede ayrıldı. Fransız Komünist Partisi’ne Marksist ve Leninist düşüncelerinden çok İspanya’daki politik durumdan etkilendiği için katılmıştı; ancak bu Stalinist komünizm fikrine uzak olması sebebiyle, partiden ihraç edildi.
Hiçbir düşünce kalıbını kabul etmiyordu Albert Camus. İlk tiyatro eseri olan Caligula ve yine bu dönemde kaleme aldığı bir Roma imparatorunun dramını konu alan eseri sebebiyle absürdizm savunucu olarak nitelendirildi. Bunun yanı sıra felsefe alanında yaptığı çalışmalar ve romanları nedeniyle ise varoluşçu akımının en önemli temsilcilerinden kabul edildi; ancak Camus, bu kalıpların tamamını reddetti. Düşünce kalıplarından hoşlanmıyordu ve belli tanımlamalarla sınırlandırılmak istemedi.
Camus’un kuşkusuz en meşhur ve onun ilk büyük çıkışına sebep olan romanı Yabancı, onu aynı zamanda varoluşçu akımının öncüsü olarak göreceğimiz ilk romanıydı. 1942 yılında yayınlanan romanında, Cezayir’de bir Arap’ı öldüren orta sınıf bir Fransız’ın hikayesini anlattı. Varoluş sancıları çeken, her şeye, herkese, sisteme ve hatta kendisine dahi yabancı olan adamın hikâyesi. Dünyanın boş ve anlamsız olduğunu düşünen Camus’un bu kahramanı, aynı zamanda döneme ve içi boşalan insanlığa büyük bir eleştiriydi.
“Geçirmiş olduğum bu saçma, boş hayat boyunca geleceğimin derinliklerinden ve henüz gelmemiş yılların arasından karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor; bu soluk geçtiği yerde, yaşadığım yollardan daha gerçek olmayan o gelecek yıllar için vaat edilen bütün şeyleri aynı hizaya getiriyordu. Başkalarının ölümünün, bir annenin sevgisinin, onun Tanrı’sının, seçilen yaşamların, kaderlerin ne önemi vardı benim için, değil mi ki beni de onun gibi kardeşim olduklarını söyleyen milyarlarca imtiyazlıyı da bir tek kader seçecekti. Anlıyor muydu bunu, anlayabiliyor muydu acaba? Herkes imtiyazlıydı. Bu dünyada imtiyazlılardan başka kimse yoktu. Ötekileri de günün birinde mahkûm edeceklerdi.”
– Yabancı
Yabancı’dan tam 5 yıl sonra okuyucusuyla buluşturduğu Veba romanı ise Yabancı’nın başarısının devamıydı adeta. O dönem veba salgınıyla boğuşan Cezayir kentinde, giriş- çıkışların yasaklandığı ve şehirde mahsur kalan insanlarla, doktorların gösterdiği farklı yaklaşımların vurgulandığı, insanların birbiri ardına öldüğü ve bir kahramanın bulunmadığı eserde, Camus’un II. Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın Nazilerce işgal edilmesine analoji yaptığı belirtildi.
1. Dünya savaşı sırasında evlendiği ikinci eşi Francine Faure ile ikiz çocukları oldu ve yine bu dönem savaşa katılmak isterken hastalığı buna engel oldu. II. Dünya savaşına kadar pasifist kimliğiyle dikkat çekti, ancak bu barışçıl tutumunu savaş sırasında Paris’in Almanlar tarafından işgali ve komünist bir gazetecinin idamına tanıklık etmesi sebebiyle değiştirdi. Yabancı romanı barışçıl Camus’un bu çizgiden tamamen ayrıldığının da bir resmiydi, bu nedenle roman bir kesim tarafından olumsuz eleştirilere de maruz kaldı.
“Oldum olası içimde biri, tüm gücüyle hiç kimse olmamaya çalışıyor.”
Sisifos Söyleni romanında “dünyanın saçmalığı” ve “yaşamın anlamsızlığı” gibi intihara varan yaşantıları ele aldı. Sisyphos, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasında bir kayayı sonsuza dek bir tepenin en yüksek noktasına ulaştırmaya mâhkum edilmiş kraldır ve Camus’a göre en saçma şey: Sisyphos kayanın her defasında düşeceğini bile bile aynı kısır döngüye devam etmektedir. İşte insan da tıpkı Sisyphos gibi bir gün öleceğini bile bile yaşamaya devam etmektedir. Camus bu eserini ‘fikir kitabı’ olarak adlandırdı.
Akademik anlamda bir felsefeci sayılmayan Camus, yine de önemli felsefi görüşler sundu. Soren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger gibi filozofların başlattığı geleneği izleyerek, insanın dünya içindeki konumuna anlam ve eylem açısından baktı. Felsefe görüşünden önemli bir yer tutan kişinin toplum ve tarihle ilişkilerini “yalnızlık” ve “dayanışma” kavramları ile irdeledi.
Düşünsel gelişmesi iki dönemde gerçekleşen Camus, “saçma” kavramı üzerinde durduğu birinci dönemde intihar, “başkaldırı”yı işlediği ikinci dönemde ise cinayet olgusunu ele aldı. İki dönemin ortak yanını oluşturan mutlak son ölüm ise yaşamın anlamsızlığını ve dolayısıyla “saçma” yaşantıyı ortaya çıkaran temel olguydu.
Yazarın hayattayken yayımlanan son eseri Düşüş, monolog şeklinde ilerleyen, Jean Baptiste Clemence isimli karakterin geçmişiyle yüzleşmesi ve düşüncelerini aktarması ile oluşan, Camus’un adeta bir elvedasıdır. Camus’un modern insan karşısındaki tutumunu en net şekilde gördüğümüz romanında, genç bir kızın ölümüne dahi kayıtsız kalan roman kahramanımız, modern insanın gün geçtikçe ne kadar duyarsızlaştığını gözler önüne sermiştir. Yabancı’dan izler taşıyan Düşüş romanı, insanın kendi bencillik ve çaresizliklerini adım adım görmek zorunda kalışının romanıdır.
“İnsan böyledir aziz bayım, iki yüzü vardır onun; kendini sevmeden sevemez. Gözleyin komşularınızı, şansınıza bir ölüm olursa binanızda. Onlar kendi küçük yaşamları içinde uyurken, örneğin kapıcı ölür. Hemen uyanırlar, koşturmaya başlarlar, bilgi alırlar, acınırlar. Taptaze bir ölü, gösteri başlar sonunda. Onların trajediye gereksinimleri vardır, neylersiniz, onların küçük alışkanlıklarıdır bu, aperitifleridir. Üstelik, size kapıcıdan bahsetmem bir rastlantı mı dersiniz? Benim bir kapıcım vardı, gerçekten çirkin, kötülük timsali, anlamsız ve içi hınç dolu bir canavardı, bir Fransisken rahibini bile ürkütürdü. Artık onunla konuşmuyordum bile, ama, sırf varlığıyla bile benim her zaman huzurumu kaçırıyordu. Öldü. Cenazesine gittim. Nedenini söyler misiniz bana?”
– Düşüş
Düşüş kitabını yayımladıktan hemen sonra, 1957 yılında, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Ödülün veriliş nedeni olarak, Camus’un insan vicdanının sorunlarını aydınlatan ileri görüşlü samimi önemli eserleri olduğu açıklaması yapıldı. Nobel Edebiyat ödülünü kazanan en genç ikinci ikinci yazardı.
Sadece 3 yıl sonra, 4 Ocak 1960 tarihinde, yayımcısı olan Gallimard ile bir trafik kazası geçirdi ve henüz 47 yaşında aramızdan ayrıldı.
Kaza yaptığı sırada arabada bulunun notları, otobiyografi niteliğindeydi ve kızı Catherine tarafından 1995 yılında Le Premier Homme (İlk Adam) ismiyle yayınlandı.
47 yıllık hayatında, romancı, tiyatro yazarı, düşünür, politik kuramcı, kendi kuşağının sözcüsü, yeni neslin yol göstericisi oldu. İnsanın yalnızlığını, yabancılığını, kötülüğünü, her şeyin ölümle sonuçlanacağını bile bile nasıl çırpınarak yaşandığını, düş kırıklıklarını tüm detaylarıyla, yayınladığı her eserde anlattı. Tüm katı yönleri reddeden, kalıplar ile ilişkilendirilmek istemeyen Camus, kalıplara sığamayacak kadar çok yönlülüğü ile edebiyata, felsefeye ve tiyatroya büyük bir miras bıraktı.
Kitaplıklarımızı değil, algılarımızı da süsleyen, bizi okuduğumuz eserlerinden sonra sorular ile boğuşturan Camus, bugün dünya edebiyatının tartışmasız en büyük mirasçılarından biri.
“Görünür gerçeğe rağmen, bir insanın ölümünün bir sineğin ölümünden farksız olduğu bir çılgınlık dünyasında yaşadığımızı, bu hesaplı vahşetler ve ölçülü delilikleri, insanda korkunç bir hürriyet isteği duyuran bir hapsedişi, öldüremediklerinin üzerine sinen bu ölü kokusunu, nihayet her gün bir kısmımızın fırın ağızlarında yığın yığın birikip yağlı dumanlar hâlinde havaya karıştıkları, başkalarının ise kendi sıralarının gelmesini mecburen bekledikleri, serseme dönmüş bir topluluk olduğumuzu sükunetle inkar etmek istiyorlardı.”
– Veba