Bir babanın çocuğuyla paylaştığı kısa anlar vardır. Birkaç öğüt ya da azarlama dışında paylaştığı anlar. Sonunda yarım kalan gülümsemelerin olmadığı, göz göze gelmekten kaçınılmadığı anlar. Bir daha olmaz düşüncesiyle damakta acı bir tat bırakan anlar. Nasıl ve ne zaman yaşanacağı belli olmayan anlar.
Onlu yaşlarımın başında kırık dökük oyuncaklarımla oynarken bu anın beni kucaklayacağını bilmiyordum. Sadece birkaç dakika sonra babam işten gelecekti. Yorgun olduğu ve kötü bir gün geçirdiğiyle alakalı ağzında bir şeyler gevelerken boynunda ki kravatı gevşetecek, annemin hazırladığı masaya göz ucuyla bakıp aç olmadığını söyleyecekti. Annem yeniden yaşadığı hayal kırıklığının yüküne dayanamıyormuşçasına sandalyeye çökecek, acımasızca ona armağan edilen gözyaşlarını görmezden gelmeye çalışarak beni yanına çağıracak ve akşam yemeğini birlikte yiyecektik. Ama o gün ben o kırık dökük oyuncaklarımla oynarken annem masayı hiç hazırlamadı. Kapı kilidinin açılma sesi evi doldururken annem erken gelmiş bir hayal kırıklığını misafir ediyordu bedeninde. Sandalyesine çökeli çok olmuştu. Elindeki mendiliyle bir kez daha burnunu sildikten sonra bir iç çekiş döküldü dudaklarından. Ardından daha çok gözyaşı. Kafamı oyuncaklarımdan kaldırıp kapıya doğru bakınca uzun paltosu içindeki heybetli görünüşüyle duran babamın kapıdan anahtarı çıkarmaya çalıştığını gördüm. Birkaç metal ses uğursuzca çınlarken babam geç gelen zaferi kutlarcasına elindeki anahtarı ve iş çantasını kapının yanında duran portmantoya bıraktı. Kapıyı kapatıp yavaş adımlarla arkası ona dönük olan anneme doğru yürüdü. “Çok yorgunum.” dedi her zaman ki ses tonunda. “Bugün yemek yemeyece…” dedi ve duraksadı. Gözleri boş olan masada dolaşıyordu. Annem sandalyesinden kalkıp yaşlı gözlerle ona bakarken eliyle saçlarını düzeltti. Nefes alış verişini olduğum yerden bile rahatça duyuyordum. “Ben.” dedi titreyen sesiyle. “Gidiyorum.” Babam bir an afallarken kaşları çatılmıştı. Yüzü bir şey düşündüğüne dair kanıtları ortaya sererken. “Ne?” diye sordu. “Nereye gidiyorsun?” Babamın sorusu cevapsız kalırken annemin gözleri benimle buluştu. Yüzünü kırmızılar esir almıştı. Dişlemesinden dolayı kızaran dudaklar, pembelikten uzak ve kırmızıya çalan yanaklar, gözaltlarında beliren hafif kızıl damarlar ve kan reva içinde bitap düşmüş gözler. Bir iç çekiş daha kendini sessizliğe bırakırken bana doğru yaklaşmaya başladı. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken yanımda diz çöküp titreyen dudaklarını alnıma bastırdı ve derin bir öpücük kondurdu. “Özür dilerim.” diye fısıldadı. Tenime değen sıcak nefesi irkilmeme sebep olmuştu. Beni kendine çekip güçsüz kollarıyla bedenimi sararken ağırlığını üstümde hissediyordum. Üstüne sinen bir yemek kokusunun her gün ki gibi zihnime bulaşacağını sanmıştım ama öyle bir şey olmadı.
Saçlarımın arasına daldırdığı parmaklarından saç diplerime şefkat akıyordu sanki. Kaç dakikadır bu halde olduğumuzu bilmiyordum ama annem beni bırakıp ayağa kalkınca bunun sadece saniyelere eşdeğer olduğunu anladım. Her ne kadar içimden elbisesinin paçalarına yapışıp “Gitme.” demek gelse de dudaklarımı bile kıpırdatmadım ve babamın yanından öylece geçip gitmesini izledim. Bileğinden tutup onu durdurmasını umut etmiştim babamın ama yapmadı. Az önce annemin oturduğu sandalyenin başından destek alarak ayakta dururken yüzünde bu zamana kadar hiç şahit olmadığım bir şey vardı. Ağzı söylemek istediği bir şeyler varmış gibi aralanmıştı ama tek bir harf bile dökülmedi dudaklarından. Kaskatı olmuş yüzünde pişmanlık soluyordu. Belki de şuan bizimle yemediği her yemek için, geçirmediği her saniye için pişmandı. Üzülüyor olamazdı. Olsaydı onu durdururdu ama bundan daha kötüsü yer etmişti yüzünde. Acı vardı. Nefesiyle havaya devrettiği acı. Portmantodaki bir dolabın kapağını açarken oldukça fevri davranıyordu. Bakışlarım annemin yorgun görünen bedeninden dolabın içinden çıkardığı çantasına kaydı. Siyah çanta kulpunu saran nazik parmaklar çantayı yavaşça yere koydu. İçinde ne olduğuna dair tahminlerimi sıralamak için biraz düşündüm ama cevap bariz bir şekilde ortadaydı. İçindeki şey kıyafetlerinden başka hiçbir şey olamazdı. Paltosunu da alıp koluna astıktan sonra tekrar çantaya yöneldi ve tek bir söz etmeden kapıyı açıp çıktı. Arkasına bile bakmamıştı. Teninin sıcaklığı hala üzerimde olan annem arkasına bakmamıştı. Bir elvedadan çok uzaktı bu. Belki de bir elveda değildi, o kapı yeniden çalınacak ve geri gelecekti. Bu yüzden tam anlamıyla bir veda etmemişti. Evet, evet nedeni buydu. Hem başka ne olabilirdi ki zaten? Yere düşüp bir yerim kanayınca “Öpeyim de geçsin.” diyen annem böyle geri dönüşü olmayan bir şekilde gider miydi? Gitmezdi. Hele şimdi yüreğimin kanadığını hissederken ben, hayatta gitmezdi. Geri dönüp yine öpecekti geçsin diye.
Zaman sizden her şeyinizi çalabilir, dakikalar nankörleşebilir. Saniyede olan şeyler saliselerin ansızın arttığını hissedecek kadar sizi kandırabilirdi. Bir türlü çalınmayan o kapıya bakarken hissettiğim tek şey bu olmuştu. Donmuş düşüncelerim çözülürken alnıma bıraktığı öpücüğün zonkladığını hissettim sonrada. Ve saç diplerim hiç olmadık bir acıyla sızladılar. Gözlerime doğru yol alan bir patlama hissi tam hız ilerlerken babamın sesini duydum. “Yürü evlat, gidiyoruz.” Tabi ya o bize gelmiyorsa biz ona gidecektik. Dakikalardır böylece durduğum için kızdım kendi kendime. Atabileceğim en büyük adımlara ev sahipliği yaparken bacaklarım içimde küçük bir sevinç yeşerdi. Babamda tek bir kelime etmemişti annem gibi. Ona “Gitme.” dememişti. Çünkü o da benim gibi düşünüyordu. Döner sanıyorduk ikimizde. Yoksa babamın sessizliğe bürünmesi işten bile değildi. Babama yaklaşırken ona nazaran küçük ve güçsüz duran ellerimi uzatmakta tereddüt etsem de cesaretin şereflendirdiği bedenim bir atiklikte bulunarak elimi uzatmamı sağladı. Babam yere zımbalanmış göz odağına giren elimi görünce sadece baktı, tutmadı. Ne düşünüyordum ki? Elimi mi tutacaktı cidden? İşten döndükten hemen sonra odasına kapanan ve tekrar odadan çıktığında işe giden babam sırf annem gitti diye elimi mi tutacaktı? Elim havada birkaç saniyeliğine asılı kalırken umutlarımın da asıldığını hissettim. Ama babam hiç beklenmedik bir hareketle ben tam elimi çekecekten onları kavradı ve sıkı sıkı tuttu. Çok şaşırmıştım. Böylesine soğuk görüntüsüne rağmen bir insanin elleri nasıl bu kadar sıcak olabilirdi? Demek ki o çok söylenen baba sıcaklığı buradan geliyordu. Kafamı kaldırıp dudaklarımın yukarı doğru kıvrılmasına engel olamamıştım. Bu babamın bana karşı gösterdiği ilk olumlu tepkiydi. Kesinlikle annemde bunu görmeliydi. Bunun için yol boyunca ağzımı açmamayı not ettim aklımın bir kıyısına. Ne olur ne olmaz diye. Belki bir şeye sinirlenir ve elimi bırakırdı. Annem bunu görmeliydi. Konuşmayacaktım. Tüm yol boyunca.
Tüm düşüncelerim harabeler altında kalırken babam beni evimizin yakınında ki bir parka getirmişti. İçimde bir yerlerde bir şeylerin çürüdüğünü hissettim. Koku burnuma kadar gelmiş ve yüzümü buruşturmamı sağlamıştı. Kaşlarım endişeyle çatılırken babam ileride ki bir şeyi göstermek için boşta kalan elinde ki işaret parmağını kaldırarak öne doğru uzattı. “Şunu görüyor musun?” diye sordu. Parmağını takiben işaret ettiği noktaya baktım. Karanlığın döküldü ve yer yer sokak lambasının bahşettiği aydınlık arasından “Evet.” diye yanıtladım. Salıncakları gösteriyor olmalıydı. “Adı nedir ?” diye sorunca benimle dalga geçtiğini hissettim. Hem niye buraya gelmiştik ki biz? Annem evden öylece çıkıp oyun oynamaya, buraya gelmeyecekti ya! “Salıncak.” dedim ifadesiz bir sesle. Babam gözlerini bana kaydırıp “Onu değil arkasındakini soruyorum.” dedi. Bakışlarımı tekrar o yöne doğrulturken babamın kast ettiği şeyi anlamış ve yüzüm düşmüştü. Beni yokluyor olmalıydı. Tüm yol konuşmadım diye elimi bırakmak için bir bahane bulamamıştı ve şimdi bir şey uydurmak adına bana bunu soruyordu. “Taktıravalli.” dedim çatılan kaşlarımın arasından ve elimi bırakmasını bekledim. Yanlış söylediğimi adım gibi biliyordum ve babam yanlış şeyleri hiç sevmezdi. Şimdi o el elimden ayrılacaktı kulağımı çekmek için. Huzursuzca nefesimi üfledim. “Anlamadım. Ne dedin?” diye sordu. Şansımı denemek adına bu sefer başka bir şey söyleyecektim. Ne olabilirdi ki şu meletin adı. Taktıreval idi belki de. Aklıma daha iyi bir fikir hücum etsin diye bekledim ama babamın parmakları kıpırdanınca “Taktıreval.” dedim ve yüzümü yere eğdim delici bakışlarından kaçmak için. “Tahterevalli.” deyince o, ani bir hareketle kafamı kaldırıp ona baktım. “Tekrar et.” diye emir verdi. “Tahtiveralli.” dedim söylediği kelimeyi anımsamaya çalışarak. “Tahterevalli.” diye yineledi. “Tahtiviralli.” dedim bu sefer doğru olduğunu düşünerek çünkü ağzından çıkan tüm o sesleri özenle dinlemiştim. Ama “Yanlış söylüyorsun.” dedi babam. İçimin burkulmasına ve yüreğimin üzerinde bir ağırlık hissetmeme neden olmuştu bu. Elimi iyice kavrayıp o adını bilmediğim şeye doğru sürüklerken şaşırmıştım. Elimi bırakmamıştı. Ta ki onun önüne gelene dek. Elimi bıraktı ve çenesiyle karşı ucu işaret etti o bir ucuna otururken. Hızla karşı uca geçtim ve oturdum. Babamın yaşı böyle bir şey yapmak için çok geç değil miydi? “Tahtı.” dedi babam. Sesi pürüzlü çıkıyordu. Benim olduğum kısım havaya kalkarken. “Ver.” dedi. Karnımda bir şey oturup kalktı. “Al.” dedi bu sefer olduğum yer eski istikametine dönerken. “Sen iyisi mi böyle bil bunu.” Yüzüne baktım ve bunu içimden tekrarladım. Tahtı-ver-al. Tahtı-ver-al. “Tahtıveral.” dedi babam. Ona anlamayan gözlerle baktım. Tamam, öğrendiğimi varsayalım ve gidip annemi bulalım artık. “Dünyada ki tüm düzen bunun gibi aslında.” Hareket etmiyordu. “İnsanlar birbirini ya yüceltir ya da alaşağı eder. Kimse dengede kalmak istemez.” Gözlerimdeki ifade koyulaşmıştı. Umarım bunu fark etmemiştir. Çünkü aptal gibi göründüğüme kalıbımı basabilirdim. Ve babamın aptallığa alerjisi vardı. Ama gerçekten ben tüm bu olanlara anlam veremiyordum. Annem çıkıp gitmişti ve babam da akşamın bu saatinde onun deyimiyle tahtıveralin üstünde bana bir şeyler söylüyordu. Merakıma yenik düşerek onu kızdıracağımı bilsem bile. “Ne olduğunu anlamıyorum.” dedim. “Hiçbir şey bilmiyorum sanki.” diye de ekledim. Beynim cidden boşalmış gibiydi. “Korkma.” dedi gözü karanlığa dalıp giderken “Bütün bilinmezlikler yorgun ve yalnız kaderini bilmekten daha iyidir.” Bu sözü kulağıma çok tanıdık gelirken bir şarkıda duyup duymadığımı düşündüm ama babamın sesi yine böldü düşüncelerimi bir daha bir araya gelmemek üzere.”Tahtıveral oğlum.” dedi. “Tüm olay sadece tahtıveral. Annene vermediğim o tahtı da başka birinin krallığında bulmuş olmalı.” Kelimeler üzerine tek tek düşündüm ama arka arkaya sıralanıp böylesine acımasız bir cümle kurdukları için her birinden nefret ettim. Aynı hisleri babama karşıda beslemek için tutuştu içim ama yapamadım. Çünkü salt gerçek ortadaydı. Annem gitmişti ve yanımda sadece babam vardı. Onu aramaya gitmeyecektik. Evden bu yüzden çıkmamıştık.”Onu.” dedim çekingenlikle. “Seviyor muydun?” Babam uzun bir süre yüzüme baktı ve demirden yapıldığını zannettiğim dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Bu ona acı vermiş olmalıydı.”Sevmeseydim gitme derdim.” dedi. Ardından gözü yeniden bir boşluğa takılı kaldı. O kadar derindi ki bakışları içinde hangi duygunun boğulduğunu merak ettim. Hangi hissi ortaya çıkarmamak adına böylesine özenli davranıyordu? “Ama sen oyuncu değilsin ki.” diye cevap verdim. ”Ha?” dedi gözleri bana doğru yol alırken. “Televizyondakiler de aynı şeyi söylüyorlar ama sen oyuncu değilsin ki. Neden böyle söylüyorsun?” Babam bana baktı, baktı, baktı ve kocaman gülümsedi. Gözlerinin yanı, alnı ve dudaklarının çevresi kırışmıştı. Onu ilk kez böyle görüyordum o yüzden neden güldüğünü anlamaya çalışmak yerine bu halini aklıma kazımak için her ayrıntısına dikkatle baktım. Sonunda durduğun da “Annen de oyuncu değil ama o televizyonda izlediklerin gibi terk etmedi mi bizi ?”diye sordu. Haklıydı. “Ama.” diye itiraz edecek oldum yine de annemi korumak için. Beni durdurdu. “Hayat.” dedi. Bir nefes aldı. “Tüm yaşadığın ve yaşayacağın her şeyi bir filmden ibaretmiş gibi yaşa. Kötü olan her şeyin sonunda mutlaka bir iyilik seni bekliyor olacak. Bunu asla unutma tamam mı ufaklık ?” dedi ve yüzü tekrar bir gülümsemeye gömüldü. Bende ona aynı şekilde karşılık verdim. Bunun için kendimi suçlu hissetsem bile umursamaya çalıştım. Bugün hayatımın en tuhaf günü olmalıydı. Aynı gün içinde annemi kaybetmiş ve babamı kazanmış gibiydim.
Ertesi günün sabahında zamanın içine çektiği bir nefes gibi sürüklenip durdum çaresizlikte. Çıplak ayaklarım masanın altına girdiğim için boş olan zeminde titriyor, bir kolumla annemin hep oturduğu o sandalyesine diğer koluma karnıma çektiğim bacaklarıma sarılıyordum. Gözyaşlarım kirpiklerimden hızla akarken görüşümü puslandırmasına rağmen anılarımdaki silueti değişen babam net bir şekilde karşımdaydı.Bir kâğıt parçasına yazdığı “Tahtıveral. Şimdi tahtı devral.” sözü onun sesiyle kulaklarımda çınlıyordu. Avizenin ağırlıktan dolayı çıkardığı sesler de beynimde yankılanırken bu keskin sesi bastırmak için annemin öğrettiği şarkıyı mırıldanmaya başladım. Sesim ağlamaktan ve çığlıklar atmaktan kısılmıştı ve ben mırıldandıkça boğazım acıyor, oradaki düğüm kendini daha çok belli ediyordu. Bedenim ileri geri sallanırken şarkıyı mırıldanmayı bıraktım ve “Düşünme.” dedim beynime. “Babamın boynundaki o ipi düşünme. Küçüklükten beri nerdeyse her gün atladığım o kırmızı ipi düşünme. Soluk bedeni düşünme. Masanın üzerindeki tavanda gıcırdayan avizeye asılı olan o bedeni düşünme. Yalvarırım, düşünme.”
Yazan: Buse Ekiz
Yüreğinize sağlık, siz lütfen yazmaya devam edin…,
Böylesine içten duygularla yazmış olmanız beni derinden etkiledi, hafızalardaki varoluş ve yokoluş arasındaki o ince çizgi üzerinde yürüdüm hikaye boyunca ve o ip bir düğüme neden oldu boğazımda…
Ne yaşarsanız yaşayın birine yaşattığınız en son davranış şekliniz onda bıraktığınız tek fotoğraftır
Yüreğinize sağlık, okurken o anı yaşıyormuş duygusunu hissettim. Lütfen yazın, duygularıma rehber oldunuz…