Ayağındaki babetleri ilk kez giyiyordu Aslı. Üstündeki puantiyeli elbisenin tonlarına bakılırsa, yine tutturmuştu aralarındaki uyumu. Kulağına siyah halkalı küpelerden birini takarken baktığı aynada, hafif tatsız bir surat görse de, geçiciydi bu, biliyordu. Yine ne yapıp edip bir yolunu bulmuşlar, aralarındaki şekeri bol muhabbeti inkıtaa uğratacak sebepsiz çatışmalarla hırpalamışlardı. Birkaç gündür bu sebepten konuşmuyorlar, küskünlüklerinden ağızlarından eksilen tat ile devam etmeye çabalıyorlardı. Geçiciydi lakin bilincindeydi bunun Aslı.
Buluşacakları çay bahçesine geldiğinde genzinde topaklanan tomurcuk kokusu gerginliğinden bir parça koparmıştı. Gözlerini biraz etrafta gezdirdikten sonra Ziya’nın oturduğu masayı buldu. Ağustos sıcağının tüm derisine nüfus ettiği bir güne daha aralarındaki anlamsız gerginlikle karşı çıkmaya hazır değil gibiydi. Biraz da kızgın güneşin etkisinden olacak, ifadesindeki buruşukluğu, parçalı bulutlu bir tebessüme çevirerek masaya doğru yürüdü. Ziya’ya doğru yaklaşıp, silik bir tokalaşmadan sonra sandalyesine oturdu. Güzel bir gömlek vardı sevgilisinin üzerinde. Gömleğin mavisinden kendini beli eden omuzlarına gitti bakışları. Özlemişti onlara kıyafetlerin üzerinden öpücük kondurmaya. Ama şimdi herkesin içinde olmazdı. Zaten buna olan cüreti, Ziya’nın bakışlarında karşılıksızdı
Çay bahçesine daha uzun bir yoldan gelen Ziya da sıcaktan kup kuru olmuş dudağıyla perişana dönmüştü. Hakikaten yaman sıcaktı, havada ne bir bulut yahut hafifçe bir esinti, ne de göç yollarının ortasındayken rastlanan bir kuşu sürüsü göze çarpıyordu. Gökyüzünün donuk bir fotoğraf karesi sabitliğinden, sıcağın bunaltıcı etkisi daha bir koyulaşıyordu. Ve bu kupkuru hareketsizlikte, yalnızca insanlar veya sokaklarda sere serpe yatan hayvanlar değil, arabaların sacdan gövdeleri dahi yanıp kavrulmaktaydı. Yetmezmiş gibi, güneşin asabiyetinden güç bulan ağır nem dalgası, getirdiği halsizliği her köşe bucağa, avuç avuç, bol kepçe boşaltıyordu. Kırgın bir gülücükle garsona el işareti yaptı Ziya.
– Bir şey ister misin Aslım?
– Bir çay alabilirim, açık olsun lütfen.
Gelelim iki sevgiliye ve aralarındaki meseleye. İkisi de seviyor, seviliyorlardı. Ancak, onlar da herkes gibi kendi denklemlerinin bilinmezliklerinde olanca kafa karışıklığını, türlü çıkmazı, birbirlerine boca etmekten geri durmuyor, duramıyor; güneş batıp tekrardan doğdukça, kırıyor ve kırılıyor, acıyıp kanadıkça, kabuk tutan yaralarla eskiyorlardı. Hayatlarımızın yuvarlanıp gitme ezberinin, onlardaki izdüşümünde, ilişkilerindeki bu sonu gelmeyen didişmeler pek mühim bir yere malikti.
Ziya, çok katlı binalar, büyük alışveriş merkezleri, yeni hastaneler gibi devasa projelere imza atan bir inşaat firmasında hayli önemli bir mimar olmasının yanında, koyu bir sinema aşığıydı. Sektörün en eskilerinden, sessiz sinemanın klasiklerine, erken şöhret olup da sonradan kaybolanlardan, onlarca yönetmenin teknik ve üslubunun bir çırpıda izahatına değin sürüyle şeye vakıftı. Dahası sırtını teknolojiye dayamış, odalarda bilgisayarlarca çekilen film müsveddelerinin çoğumuzda uyandırdığı mide bulantısını iliklerine kadar hissedecek ölçüde hassas bir takipçisiydi. Aslı da boş değildi, şehir tiyatrolarının çiçeği burnunda oyuncusu, Eskişehir’deki devlet konservatuarının dereceli mezunuydu. Başarılı ve aktif iş hayatı birlikte, bir de siyaset bilimi üzerine koca koca makaleleri yere devirebilen bir zekâya sahipti. Ancak tüm bunların toplamı, ilişkilerindeki negatifleri sıfıra yaklaştıramıyordu. Tüm hepsi, birbirleri için atan kalplerindeki, çarpışma yaralarını yok edemiyor, hafızalarının en köhne yerlerinde tutulan yaşanmışlıkların bazı zamanlarda tekrardan hortlamasına mani olamıyordu. Yaşamımızın matematiksel izahtan yoksun kara deliklerine, karabatak misali zaman zaman girip çıkıyorlardı. Belki de böylesi bir gerçeklik, hepimiz için deminden beri tepelerinde duran güneşin yakıcılığından daha hakiki bir ironiydi. Kim bilir…
Aslı daha deli dolu ve afacandı. Sevdiği ise, işler sarpa sardığında kolay toparlayabilme yazılımına sahip biri değildi. Ne o ne de Ziya ortadaki “suç”un ne olduğunu kestiremiyor, buna mukabil bir reçete bulunamıyordu. Aslı deli doluydu da, işte bazı bazı gözlerinden sakınırcasına severken, körleşen aşkının sivrilikleri, en yakınındakini kanatabiliyordu. Bu durumu fark etmesi uzun sürmese de, lüzumsuz kabuğuna kapanan Ziya’yı tekrardan toparlaması zaman alırdı. Sevgilisinin küskünlüğündeki esas boşlukları bulamaz, kırgınlığındaki aşırılığı garipsese de, fazla üstünde durmadan nice şirinliklerle beraber, bir an evvel sıcak bir öpücüğe kavuşmak isterdi. Velhasıl, Ziya’nın ziyanına, yüreğindeki türlü kaldıraçla ayak direyip, bin bir çaba sarf eden Aslı’nın aslı da bu kadardı. Geçerdi ama bu seferki de, geçecekti ikisi de biliyordu. Ağırdan aldıkları söylenemezdi, sadece oluruna bırakıyor, kendiliğinden düzeleceği o ana doğru sessiz bir bekleyişe teslim oluyorlardı. Zamanın pek çok şeyi çözdüğü gerçeği, ilişkilerimizin irili ufaklı sorun yumağında da kendini pekâlâ gösteriyordu. Kirler, acılar, burukluklar ve sairinin, belki ağır ağır, bazense pek bir süratle eriyip buharlaşması onun tesiriyle değil miydi sanki.
Aslı’nın özlemi kabarmıştı sevgilisine. Herhalde böylesi bir sıcağa ancak ve ancak bu koyu mavi gözlerle karşı koyabilirdi. Tarif edemiyor lakin içindeki en ölü tarafları dahi koca bir panayıra çevirecek kudreti şu iki küçük mavilikte buluyor, belli belirsiz bir yerleri kaşınıyor, sakinleşmek için parmaklarını yanaklarına götürmek ihtiyacı duyuyordu. Dahası kendindeki bu garip, tuhaf ve bambaşka tonla hissiyatı tarif edememesi sinirini ve iştahını daha da azdırıyordu. Narin elleriyle pazılarına dokunup sakalının çıkmadığı çene kenarını öpmek istedi. Vazgeçti hemen sonra, bir daha tuttu kendini, çayına gitti eli.
Ziya ise tek bir yere kilitlenmeden biraz kırgın daha çok ifadesiz süzüyordu sevdiğini. Biraz da gözlerindeki karizmanın farkında gibiydi ve kendisini ifadedeki noksanlığı delici bakışlarıyla dengeleyebileceğini umuyordu. Bir süre saçlarında takıldı gözleri. Bu rengi son haftalarda bir türlü kestiremiyor, her seferinde açık kestane mi yoksa kum sarısı mı karıştırıyordu. Haksız sayılmazdı bu konuda, Aslı da 2 ayda bir saçının rengiyle oynamasa ne çıkardı sanki. Bu kadar sık süreli değişiklik, bünyesinin alışık olmadığı bir şeydi.
Hatta bir defasında saçlarını boyatan Aslı, bunun hangi renk olduğunu tahmin etmesini istemişti. 15-20 denemeden sonra pes eden Ziya, ‘Sade kahve!’ cevabını alınca, ’’Yuh!’’ diye bağırmış ve sigara paketine giden titreyen elleriyle: ’’Manyaksın kızım sen, vallahi manyaksın.’’ demişti. Saçlarını süzdükten sonra, nazar-ı dikkati parmaklarına yönelmişti. Oje sürmemişti Aslı bu defa. İşte bu kötüye işaret olabilirdi, canı çok sıkkındı belli ki. En son 6 ay önce, babasının vücudundan def ettiği kanserin, sol göğsünde tekrardan bir savaş başlatma teşebbüsündeki o sancılı haftalarda böyleydi. Ne saç kaldı aklında, ne de burnuna gelen parfüm kokusunun çekiciliği. Keyifsizliğinin başrolünde bizzat kendisi vardı. Garip bir enayilikti bu canım. Bir şey diyemedi. Sus pus oturmaya devam ederek, usulca çayını içmeye devam etti. Belki bir şeyler yemek iyi gelebilir diye düşününce,
– Hayatım tatlı ister misin, ıslak kekleri güzeldir buranın?
– Bilmem olabilir.
Aradan geçen bir saat sonrasında, kesişen bakışlarındaki keskinlik, üzerlerindeki fazlalıkların dökülmesini sağlamış, terli yüzlerindeki gülücüklerin tekrarlanma sıklığını arttırmıştı. Üçüncü bardak çaylardan sonra, ortam tabaktaki pasta kadar yumuşamış, yakınlaşan parmaklar yüzlerindeki gevşekliği arttırmıştı.
O esnada kısık seslerle ilerleyen sohbetleri, yanlarındaki ilk masaya gelen bir çiftle başka bir sahneye evrildi. Konuşurken ağızlarından hayli büyük harfler çıkardıklarını fark edemeyen bu ikili, soğuk limonatalarını içerken, herhalde bitmiş bir iş toplantısı çıkışı, sonraki aylar üzerinde koca koca harflerle duruyorlardı.
İlk söze giren dar ceketi ve siyah çerçeveli gözlükleriyle dikkati çabuk celbeden erkekti:
– Ececim seni çok iyi anlıyorum fakat sen de biliyorsun önümüzdeki haftayla beraber son çeyreğe giriyoruz. Şu an bu dediğine nasıl fokuslanabiliriz allasen. Bak sen biraz sakinleş evvela, söz bu fidbeki yeni yıl şikecüluna ekliyor olacağım.
– Hamicim canım tükendim diyorum lütfen biraz anlayış artık ya! Departmanın üzerinde kaldıramadığım tesk yükü var demekten dilimde tüy bitti. Yapma lütfen, hayır ne gibi aksiyonlar alacağını bilmesen yine bir şey demeyeceğim, yeter artık benim de bir sabrım var yani.
Siyah gözlüklü adam, cevap vermeye niyetlense de, harareti artmış Ece, pek dinleyecek gibi görünmüyordu:
– Ece bak anlıyorum ama …
– Hamicim nasıl anlıyorsun ya! Çalışanlar da firmanın kastımırıdır bir yerde. Bu kadar da hep bana rabbena olmaz ki! Ben bu yoğunlukta bir kuartır daha nasıl hart çalışabilirim yapma Allah aşkına!
Ortamın sakinliğinin kendisine yarayacağını bilen Hami, elini Ece’nin omzuna koyarak:
– Hayatım çok iyi anlıyorum seni. Bak tamam yapalım, bunun diskasını sabaha kadar yapalım ama daha mast topiklere fokuslansak diyorum. Sıkıntının farkındayım ancak bundan daha macor problemlerimiz var gayet iyi biliyorsun. Hem benim durumum senden çok mu farklı? Ama biraz zaman ver bana. Söz bir şeyler yapıyor olacağım, tek ricam bu siçueyşını yeni yıla dilay edelim. Söz Kenan beyle konuşuyor olacağım hayatım.
Ece pek tatmin olmuşa benzemiyordu. Önündeki sütlü tatlıdan iki kaşık aldıktan sonra, kaşlarını indirerek:
– Bilemiyorum Hamicim, yeminle çok nörvısım, bildiğin gibi değil.
Hami, bu yorgunluk kokan itiraf sonrası, tartışmayı bitirmek üzere, sesindeki perdeyi biraz daha arttırdı:
– Kız tamam feys tu feys olacak. Senin için speşıl meeting set edicem şapşal …
Birkaç dakikadır gayri ihtiyarı bu sohbeti dinleyen çift yeniden birbirlerinin gözlerine döndüler. Aslı’nın gülen gamzeleri ve ortaya çıkan dişlerine, Ziya’nın kısık sesle kahkahası eklenmişti. Bir kolunu sandalyenin arkasına atan Ziya’nın diğer eli, ojesiz parmaklara gidince, aralarındaki buzlar ağustosa ve terleten sıcağına daha fazla galebe çalamadı.
Önce parmakları sıkıca sardı, ardından üst üste minik öpücüklere boğdu. Aslı gülüyordu. Niye olduğu bulunamamış, belki örtbas edilen ancak şimdiden sonra pek önem arz etmeyecek ‘şey’, tamamıyla unutulmuş, güneşle beraber buharlaşmıştı. İkisi de birbirlerinin gözlerinde dans eden figürler görmeye, damarlarında dolaşan kanı hareketlendiren ezgiler duyumsamaya başlamıştı. Yeniden.
İkindiye doğru yoğunluk biraz daha artmış, haliyle çalışan garson sayısı da buna mukabil çoğalmıştı. Sürekli ellerindeki çayları, limonataları yahut dondurma ve çeşitli tatlıları bir masadan öbürüne bırakırken, hızlı adımlarıyla her tarafa koşuşturuyorlardı. Yan masadaki tansiyon ise hızını kesmemişti. Az önceki ikiliden sadece Ece kalmıştı. Tabağında bu defa muzlu krokanlı pasta vardı. Pastanın yarısıyla gergin midesini yatıştırdıktan sonra yarıda kalan telefon konuşmasına döndü:
– Tamam Gizemcim, sana zahmet onu bir çek edip duruma göre bana mail dönüver. Yalnız bak eğer bu forkestimde haklı çıkarsam kimseye bir şey çaktırma. Aynen bitanem aynen, asıl olayımız maili atmadan önce sisiye Murat beyi koymak. Bak Allah’ın adını anıyorum Gizem, Murat beyi unutursan tüm plan lost olur kızım. Ha evet, konuştum konuştım, Hami’yle de konuştum. Ya işte biraz mırın kırın yaptı bildiğin gibi. Eğer beklediğim haberi verirsen, onu biraz daha puşlucam zaten bebişim. Ay hadi inşallah Gizemim hadi inşallah, canım arkadaşım bu işin handılı çok önemli bak. Haber bekliyorum güzelim, es sun es passıbıl….
Yoğunluk ve kalabalık, sigara dumanlarını çoğaltıp, insanlardan çıkan seslerin, amansız bir gürültüyü beraberinde getirmesi bir yana; sahnenin tek değişmez figüranları garsonların özverili koşuşturmaları hiç bitmeyecek gibi gözüküyordu. İçlerinden biri, genç çiftin çaprazındaki masalardan birine, patatesli bir gözleme ile koca bir tabak dolusu elma dilim patates getirmişti. Kafasının arkasındaki tek tük saç telleriyle, güneşten çok daha fazla nasiplenen bir adam, eline tutuşturduğu çatalla, gözlemeye ve diğer öteberiye seri ve kuvvetli darbeler indirmeye başladı.
Sıcak gözlemedeki kavrulmuş soğanın kokusu Aslı’yı acıktırmışa benziyordu. Ziya, sevgilisinin boş bakışlarla içeceğine yumulduğunu görünce midesinin zil çaldığını fark etmesi uzun sürmedi:
– Hayatım, geçen sefer bahsettiğin yeri hatırlıyor musun? Hani sarımsaklı tavuğu çok güzel diyordun. Ben biraz acıktım gibi, ne dersin kalkalım mı?
– Hatırladım sevgilim. Olabilir aslında, ben de biraz acıkmış gibiyim.
Ziya, şimdi çok daha derinlerden gelen bir gülücükle ojesiz parmakları kavrayıp küçük öpücüklere boğdu. Ardından:
– Tamam, hayatım. Öyleyse bak bakalım nasıl gidebiliriz.
– Tamam sevgilim.
Aralarındaki buzların erimesi yan sıra ikindiyle birlikte inceden kendini belli eden tatlı esinti Ziya’yı keyiflendirmişti. Sigaranın ekürisi çayın tadına asıl şimdi varılırdı. Boş tepsiyle mutfağa giden garsonlardan biriyle göz göze gelip bir çay getirmesini rica etti. Sigarasını ateşledikten sonra saati öğrenmek üzere eli telefonuna gitti. Saate bakmıştı bakmasına lakin son 15 dakikada 3 defa arandığını fark etti. Annesiydi. İsminin yanında geçen sene yazlıkta çektikleri güzel fotoğrafı gördü. Güneş, kum ve deniz annesinin yüzündeki çilleri biraz daha azdırmış, üstündeki kolsuz atletle birlikte yana yatırdığı saçları hoş bir poza dönüşmüştü. Hâlihazırdaki keyfi, Aslı’nın karşısındaki çocuksu şebeklikleri, birazdan sigarayla beraber yudumlayacağı çayın taze kokusu… Şayet içinde bulunduğu o ana, zil takıp oynamak uygun düşseydi, bunu pek ala yapabilecek Ziya, yayılan yüzünden sesine yansıyan şefkatle telefonu çevirdi:
– Güzel annem, duymamışım…
O telefonda konuşadursun, bu sırada Aslı, araştırmacı kimliğiyle, gidecekleri yerin yemek listesini ve insanların yorumlarını incelemekteydi. Ara ara ortaya bir şeyler söylese de, kendi kendine konuştuğu veyahut seslice düşündüğü, telefona gömdüğü kafası ve düşünürken çatılan kaşlarıyla gayet belliydi:
– Biriciğim, buradaki sarımsaklı tavuk için, yeni yorumlar da yapılmış. Herkes övüyor, denemeden yapamam bu saatten sonra. Yeni lezzetler açken daha güzeldir demez misin hep.
Ziya’dan cevap yoktu. Telefonda şimdi sessiz bir bekleyiş peyda olmuştu. Kafasını yukarı kaldırsa da cevap vermedi. Rüzgâr biraz kızışmıştı. Tepesindeki mavi boşlukta ise gayet alçak irtifada yalnız başına volta atan bir çift kanat gördü. Perdeli ayakları ve başındaki grilikten martıya benzetse de emin olamıyor, koca mavilikteki tek başına kanat çırpmasındaki azamete hayranlıkla baktıkça, içi garipleşiyor, tarifsiz şekilde fersah fersah ötelere göz diken bir yabancılığa bürünüyordu. Bir şey vardı.
Aslı ise, araştırmasının son demlerine girmenin verdiği muzaffer edayla, daha emin bir tonla devam ediyordu:
– Tatlı olarak katmere ne dersin aşkım. Ya biliyorum her yerde yenecek bir şey değil, fıstıktan kısıp şeker…
Ziya artık tamamıyla oralı değildi. Kafası yukarıdaki kuşta, kulağı ise telefondaki monologdan başka bir şey benzemez konuşmada kilitlenmişti. Rüzgâr aniden frene basmışken, saatler boyu felç olan trafikteki yolcu timsali boş bakmaya başlamıştı Ziya. Sıkılmıştı.
Neyse ki imdadına garson yetişti. Az evvel istenen çayını getirdikten sonra sordu:
– Başka bir arzunuz var mıdır efendim?
Birkaç saniye garsonda kilitlenen bakışlarına rağmen bir şey söylemedi. Tepesinde salınan doğa harikasının aklını çelmesinden mi, yoksa şu sarımsaklı tavuk fikrinin pişmanlığından mı bilmem bir şey diyemedi. Gelgelelim, telefondan gelen seslerin toplandığı küçük kemiklerini sarsacak bir şeyler var gibiydi. Garsona doğru doğrultsa da yüzünü, tek bir heceden yoksundu bakışları.
Garson, bu kez Aslıya:
– ‘Siz, çayınızı tazelememi ister miydiniz hanımefendi?’ diye sordu.
– Sağ olun teşekkür ederim.
Garson arkasını dönüp gitmeye yeltenirken, kuvvetini toplayan Ziya tüm gece balgam çıkarmış biriymişçesine boğuk ve iç karartıcı sesle:
– ‘Ölmüş.’ dedi.
Hiç bir şey anlamayan garson gayri ihtiyari:
– ‘Pardon!’
– Kardeşim. Apandisit mi neymiş. Ölmüş. Kardeşim…
Balgamlı boğuk ses, şimdi her şeyi yapış yapış bir tükürüğe, rezil bir yapışkana çevirmeye kararlıydı. Yutkunmakta zorlanan Ziya, bu bulantıya takılmış görünüyor, çıkamıyordu. Durduk yere işlerin karmaşıklaşması garson Fahri’yi aniden ürkütmüştü. Ziya’nın boydan boya kül olmuş sigarasını parmağından alıp söndürürken sıvışmaya karar vermişti bile. Aklına annesinin sözü gelmişti çünkü. Kefil olduğu arkadaşının 20 binlik borcunun son taksitinde, elindeki makbuzla annesi: ‘’Bu boku hep yiyorsun Fahri, insanlarla fazla samimi olma.’’ diye fena azarlamıştı. ‘’Yoruldum artık oğlum, çok yoruldum.’’ cümlesi ise aklında günlerce defaatle çınlamıştı.
Gitse iyi olacaktı, annesi haklıydı zaten, bir çay servisi yanında bunca samimiyet aldığı parayı karşılamaktan çok uzaktı. Tekrar yerine dönerek, siparişleri girdiği ekrana eklediği son çayı iptal etti. Sonrasında komilerden birine diğer bir masaya götürecekleri kadayıfa iki top dondurma eklemelerini söyledi. Ne var ki, kafasını o tarafa döndüremedi.
Telefonu tuttuğu sol kulağı körleşen Ziya ise, hareketsiz bir süs hayvanı misali dururken, çevresindeki masalardan gelen çatal bıçak seslerini, yanındaki kadının bitmeyen yüksek sesli telefon konuşmalarını, tepelerinde durmaksızın dönen vantilatörün kısık sesli iniltisini ve dört bir yandan çıkan çay kaşıklarını gürültüsünü hissedemiyordu. Yalnız bir ara, yüzünü yeniden gökyüzüne çevirse de, demin dörtnala koşan at haşmetindeki martı gitmiş, yerine renksiz, hissiz mavilik çirkin bir dekora bürünerek kendini göstermişti. Bir tane uçağın arkasındaki beyaz dumanlar bu renksizliğe aykırı gibi dursa da, Ziya’nın karıncalanmış bakışlarına nüfuz etmekten çok uzaktı. Ne şaşırabildi, ne de telefondan sonra ayılabildi. Bu kadarı bir anda fazla gelmiş miydi, onu bile düşünemedi. Sadece gözleri kısılmış, ağlamaklı olduğundan kaşları biraz daha aşağı çekilmişti. Hiçbir şey söylemeye, hissedebilmeye kabil değildi.
Allahtan Aslı soğukkanlı kızdı. Çantasını hızlıca açıp cüzdanını çıkardı. Eline geçen ilk parayı masaya bırakarak sevgilisini ayağa kaldırdı. Bir hışımla karşılarına çıkan ilk taksiyi tutmak üzere, çay bahçesini terk ettiler.
Ölüm, ödenebilecek tüm hesaplara gayet yerinde bir mazeret gözükse de, kaçar gibi gitmeleri hoşuna gitmemişti Fahri’nin. Az önceki talihsiz sahneden sonra kendini vakitlice toparlamasını bildiğinden, ayrılan çiftin masasına doğru yürüdü. O da nesi? Hiç içilmemiş çay bardağının altına 200 lira sıkıştırmışlardı. Üstüne üstlük bir de henüz birkaçı yakılmış koca bir sigara paketi. Afallayan garson, elini gömleğinin kirden kararmış yakasına doğru götürerek ensesini sıvazladı. En son lisede Karagümrük’ün maçlarına kaçak girerken, bu kadar heyecanlandığını anımsadı. Etrafını kolaçan ederek titiz bir soğukkanlılıkla parayı cebinde iki parçaya ayırdı. Bahşiş olmaya ziyadesiyle layık 20 lirayı kutusuna bırakmak üzere ayırıp, hesaptan geriye kalanı sol cebinde cukkaladı. İstifini hiç bozmadan, bir müşteri edasıyla, komilerden birine servise devam etmesine söyleyip, bir çay istedi. Işıl ışıl duran beyaz paketten çıkardığı sigara ne de hoş gözükmekteydi. Yok yere çıkan bu piyango ona aniden Allah’ı hatırlattı. ‘’Rabbim işte,’’ dedi, ‘’Birini öldürüyor, birini güldürüyor!’’
Beleşe düşen sigarayı alaşağı ettikten sonra 18 numaralı masada oturan üç arkadaşa takıldı gözü. Yok arkadaş, bugün gerçekten de bir başkaydı. Şimdi de sağ çaprazına düşen 18 numaralı masada, askerdeki koğuş arkadaşlarından Hakkı’yı andıran birini gördü. Hayretle izlemeye koyulurken, dirseğini dayadığı masada bir sigara daha yaktı. Seyrek çıkan sakalları, burnunun ortasındaki kemikteki eğrilik, kahkahasıyla birlikte beliren yamuk üst dişleri ve alın çizgisindeki belirginlik; Fahri’ye ‘’Ulan poşete bak, amma da benziyor!’’ dedirtse de, sağ yanağında ceviz büyüklüğündeki doğum lekesi onu eli vermekteydi. Bu benzerlik onu öylesine etkilemişti ki, bir an yanına gidip ensesine şaplak indirmeye bile niyetlenmişti. Söylenmeye devam ede ede sigarasını bitirdi: ‘’Tövbe yarabbi! Sahi tıp demiş de düşmüş sanki elin oğlu.’’
Her şeye rağmen kısa çaplı bir gülme krizine yakalanmaktan kendini alamadı. Bir cebinde günlük yevmiyesinden de fazla kelepir bahşişi, diğer taraftan bazı nöbet gecelerinde, kafayı çekerek bitmeyen şafaklara birlikte sövdüğü devresi Hakkı, ağzını yayvanlaştırmış, tüm yorgunluğunu silip atmıştı. Fazla da ıskartaya çıkması dikkat çekeceğinden, sigarasını bitirince, ayağa kalktı. Masalardaki kül tablalarını yenilemek üzere yerinden ayrılırken,
‘Anlaşıldı.’’ dedi. ‘’Çok şükür, bugün kolay geçecek.’’
“Bir şey ister misin Aslım?” cümlesi de benim ruhumda çözülmesi zor denklemler meydana getirdi ama ağzınıza sağlık.
Buyuk olayin kucuk olayi yuttugu guzel bir surum oykusu olmus. Elinize saglik