Gidecektim bu evden. Çok ciddiydim. Vallahi de billahi de gidecektim birkaç güne kadar… Ama bu sabah…
Çok şey istememiştim ondan. Hani derler ya; bir lokma, bir hırka. Tam da böyle yani. Sıcak bir yuva, karın tokluğu o kadar. Allah var, aç açık değilim. Sevgi de isterdim ama nedense beni sevmeyi becerememişti ya da sevmemişti… Güzeldim, sevimliydim. Bembeyaz. Yeşim taşı gibi parlayan gözlerim de onu baştan çıkaramadı galiba. Kafamı bu konuda çok yorduktan sonra onun sevmeyi bilmediğine karar vermiştim. Çünkü bu adam kendini bile sevmiyordu. Yoksa gününün çoğunu ve gecenin yarıdan fazlasını, içki-sigara ikilisiyle tüketmezdi. Banyoya ve aynaya küs yaşamazdı. Tavandaki örümceklerle kirli zeminde turlayan hamam böcekleri bu kadar özgüvenli bir şekilde başka dost ve ahbaplarını da bu eve çağıramazlardı. Hoş bana oyun çıkıyordu o sayede ama…
İki ay oldu kapısına geleli. Çok pişman olmuştum sonra. Keşke ölseydim. Keşke araba altlarında kalsaydım da o gün bu adama sığınmasaydım diye, kendi kendime az hayıflanmadım. Ayağının altında dolandığım zamanlar beni iteklemesi bedenimi çok fazla yaralamıyordu ama içimde bir yerler acıyordu inceden inceye. Yüreğim daralıyordu. Ara sıra ensemi okşayıp “Ne habersin şapşik.” demese beni hiç mi hiç istemediğini düşünecektim.
Geçimsiz biriydi. Huysuz. Aksi. Her kafası bozuk olduğunda iteklenmekten yılmıştım. Durumu kabullenip havalar ısınana kadar pısırık, sessiz ve tepkisiz bir vaziyette günlerimi tüketmem benim için hayırlı olacaktı. Mevsim yaz olsaydı belki diklenirdim. Belki, ne zaman su yüzü gördüğü belli olmayan o kara tenine tırnaklarımı geçirirdim. Hatta çeker giderdim. Ama dışarısı kar borandı. Sustum. Hep sustum. Geceleri, dürbünle karşı apartmandaki mor perdeli pencereleri röntgenlediğini görünce de sustum. Bazen, mor perdelerin gece olunca kapatılması unutuluyordu ya da kapatılmıyordu, bilmiyorum. Rapunzel saçlı kadın, elbisesini çıkarıp saçlarıyla aynı renkte olan uzun geceliğini giyene kadar, o pantolonunun önüyle oynardı. Bazen uzun bir süre açık kalıyordu perdeler. O, gözlerini dürbünden çekmiyordu. Ne zaman ki pencereler morla boyanıyor, o zaman isteksizce kalkıyordu çivilendiği koltuğundan. Sağ elinde dürbün tutma yorgunluğu, sol elinde ateşi geçmiş şehvetin ıslaklığıyla… Sonra atıyordu yine kendini alkolün uyuşturan, unutturan kollarına ve kadehini kaldırıp sitem ediyordu mor perdelere.
“Ulan Allahsız! Beni soktuğun şu hâllere bak. Reva mı lan bana, reva mı?
Alkol parmak uçlarını bile esir aldığında, sızıyordu uzun uzun uykuların ölümüne. Ben yine susuyordum.
Doğru dürüst dışarı bile çıkmıyordu. En fazla iki günde bir. Dönüşte mutfağın tezgâhına fırlatır gibi bıraktığı poşetlerde yiyecekten çok içki şişeleri boy gösterirdi. Ve birkaç kitap. Çok okurdu. Artık ne varsa onlarda. Saatlerce dalardı öyle zamanlarda. Öyle ki bazen içkiyi bile unuturdu diyebilirim. Bazı sayfaları kırmızı kalemle çizerdi. Bazen dağınık masanın üzerinde hazır bekleyen kenarları kıvrık defterine hızlı hızlı bir şeyler yazardı. Çoğunluk yırtıp çöpe atardı yazdıklarını. Farklı bir mutsuzluk akardı yüzünden. Burnundan soluduğu böyle zamanlarda köşemde uyuyormuş gibi yapardım.
Bir keresinde kafası her zamankinden daha kıyaktı. Çok nadir olarak yırtıp atmadığı sayfalardan birini açıp ardından öksürerek boğazını temizlemişti. Sözleri ağzında yuvarlayarak, dudaklarını eğrilte eğrilte okumuştu yazdıklarını. Sesini beğenmemiş olmalıydı ki, yarıya gelmeden başa dönüp tekrar tekrar okuyordu. Son öksürüğüyle balgamdan temizlenen boğazında ellerini gezdirdikten sonra tane tane okumayı başarmıştı. Sesi öyle yumuşacıktı ki şiirden anlamayan ben bile etkilenmiştim.
Çıt diye kırıldı tutunduğum dallar
Ve bir bir öldü sevinçlerim
Ne ben eski benim artık
Ne de sen eski sen
Ne sen dönersin gittiğin yoldan
Ne de ben dönerim sana olan sevdamdan…
Sonra bana bakmıştı ters ters. Ben köşemdeki miskinliğimi bozmamıştım. Her zamanki gibi uyumuş taklidi yapmıştım.
Bazen kitaplardan kafasını kaldırır dakikalarca fotoğraflara dalardı. Duvarlardaki tozlu çerçevelerde kalmış aile fotoğrafları. İki servi boylu oğlan… Podyumdan fırlamış da bu tozlu çerçevelerin içine kendini mâhkum etmiş ay yüzlü bir kadın. Karşı penceredeki kadına çok benziyor. Onun da saçları uzun. O da hep siyah giyiniyor… Ve o… Ne kadar yakışıklı. Nerede o iri kara gözler? Nerede o her telinden ışık yayan kıvır kıvır saçlar, Kütahya porseleni gibi parlayan dişler! Terziden o gün alınmış da hemen deklanşör karşısına geçilmiş gibi görünen o güzelim takım elbiseyle ne demeli! Kanatlarının altına çocuklarını alıp vakur bir duruşla poz verdiği resim öylece donmuş çerçevenin içinde. Sevmiş miydi onları? Ya da çok mu sevmişti? Yoksa tıpkı şimdiki gibi sevmeyi bilmediği için mi yanında yoklardı? Neden duvardaki tozlu çerçevenin içinde sıkışıp kalmışlardı? Üzülüyordum onun için. İnsan nasıl olur da hiç yaşamıyormuş gibi sadece soluk alarak günlerini tüketebilir ki? Geldim geleli ne geleni var ne de arayıp soranı. Hiç değilse bir telefonu olsaydı belki konuşmalarından anlardım, kimdir, nedir? Neyse ki gidecektim. Onu, onunla bırakıp gidecektim. Belki sokak köşelerinde sabahlayacaktım. Şansım varsa belki bir barınak bulacaktım. Her neresi olursa olsun buradan daha iyiydi. Onun sevgisizliğinde çoğalmaktansa…
Dün, beni arkadaki boş odaya kapattığından beri iyice kararlıydım. Oysa ben bu soğuk odaya kapatılacak hiçbir şey yapmamıştım. Hoş, bir zamanlar oğlanlarının yattığını tahmin ettiğim ranzanın alt katını hazırladı bana, ama ne olursa olsun yine de çok gücüme gitti. Artık iyice gözümü karartmıştım. Sabah olsun mutlaka gideceğim diyordum ve sabah oldu.
Ben her zamanki gibi miskin miskin uyukluyordum. Üstelik her zamankinden daha küskün daha mutsuz. Kapıyı usulca açtı. Umursamaz görünmeliydim. Gözlerimi hafifçe araladım. Yüzünü hiç bu kadar aydınlık görmemiştim. Yıkanmış mıydı, yoksa mutlu muydu o an kavrayamadım. Bu adam, iki aydır birlikte yaşadığım adam değildi. Neredeyse duvardaki fotoğrafta yıldız yıldız gülümseyen adamın aynısı olmuştu. Sinek kaydı bir traş. Yeni olduğu her hâlinden anlaşılan kot pantolon ve üzerinde şık bir triko kazak. Yüzünde gülücüklerle yanıma geldi. Sırtımı okşadı. Yemeğimi her zamankinden fazla koydu tabağıma. Üstelik konserve. Gözlerime ilk defa bu kadar sıcak baktı. Şimdi de karnımı okşuyor.
“Ne haber kızım? Hadi bakalım az kaldı, yakında dede olacağım bu gidişle.”
Aman Allah’ım. Kulaklarıma inanamıyorum. Biliyordu ha! Biliyordu! Farkındaydı. Her şeyin farkındaydı. Oysa ben… Yani, bırak doğacak yavrularımı, benim dahi varlığımın farkında olmadığını zannediyordum.
O benim karnımı okşarken kapıda biri belirdi. Yok artık… Karşı dairedeki kadın. Mor perdeli evdeki siyahlı. Ya da ne bileyim çerçevedeki kadın. İkisine de benziyor. Bedeninde siyahın asilliği dalgalanıyor kıvrım kıvrım. Ne kadar güzel gülümsüyor. Ne kadar anaç bakıyor gözlerime. Şimdi o da beni okşuyor. Patilerimi, karnımı, bebelerimi…
“Demek senin şapşik kızın bu ha?” diyor, Rapunzel saçlı kadın. Yanıma oturuyor. Yumuşacık elleriyle beni kucaklayıp, dizlerinin üstüne koyuyor. Siyah sabahlığının kaygan kumaşı içinde adeta sarhoş oluyorum. O benden daha sarhoş. Kadının ellerini yakalayıp avuçlarının içinde sıkıyor. Öpüyor, öpüyor. Aşkla öpüyor. Özlemle öpüyor.
“Sen yokken hiç yaşamadım, biliyor musun,” diyor. “Bir daha sakın beni bırakma.”
Ve ben, on dakika öncesine kadar düşündüklerimin hepsini unutuyorum. Kanım ılık ılık dolaşıyor damarlarımda. Artık sevginin çok yakınındayım. Hatta kucağında, hatta yüreğinde. Yavrularım da sevgi dolu sıcacık ellerde büyüyeceklerken, gitmek niye?..