Dün gece rüyamda gördüm seni. İri dudaklarının arasına sıkıştırdığın sigarayı yakıyordun beceriksizce. Usulca sokuldum yanına. “Bakıyorum da sigaraya başlamışsın.” dedim. Her zamanki umarsızlığınla silktin omuzlarını, devirdin gözlerini, küçümsercesine baktın bana. Umum kendini beğenmişliğin üstündeydi. Bu tavırlarına alışkın olduğumdan pek de umursamadım.
Üst üste içine çekip dışarı verdiğin dumana acıdım. O kadar hüzünlü dağılıyordu ki duman, ben dahi kendimi unutup ona ağlayacaktım. ‘’Üzülme’’ diyecektim. ‘’Hep yapar bunu: önce öylesine içine alır ki seni, özel olduğunu düşünürsün. Ruhunun bakir derinliklerine ulaştığını zannedersin, oysa ruhunu Meryem misali korur. Sonra, sıkılır senden. Tek kalemde siler seni, yüzünü dahi göremezsin. Dağılır gidersin, yok olursun. Geriye, zamanla koyulaşan kapkara altı harften oluşan bir kelime kalır: Hasret.’’
Güneş, esmer suratının yarısını aydınlatıyordu. Gölgedeki gözün koyu kahverengiyken; ışık banyosundan nasibini alan gözün bal rengine bürünmüştü. Sessizce birbirimize baktık, anlam veremediğim uzunca bir süre. Çok da anlamlı değildi bakışların, uzaklarda bir yere dalmış gibiydin. Kendi gözlerimi görmesem de ne kadar hüzünlü baktığımı tahmin edebiliyordum.
‘’Yürüyelim mi biraz?’’ dedim. ‘’Hem, oturmaktan sıkılmışsındır.’’
Kafanı aşağı yukarı sallamakla yetindin. Ağzından çıkacak ufacık bir kelimeyi dahi benden sakınıyordun sanki. Ben yine de bu durumu senin genel sessizliğine verdim. Zaten anlam veremediğim tüm davranışların, bana göre, yapısal özelliklerinden kaynaklanıyordu.
Sarı yapraklar ayağımızın altında hışırdarken, yere bakarak yürüyorduk. Bense televizyonu açık, sobalı odada ödevini yapan, kaçamak bakışlarla televizyon seyreden ilkokul çocuğu gibi; seni seyretmeyi ihmal etmiyordum. Kollarını kavuşturmuş, omuzlarını yukarı kaldırmış, küçülebileceğin kadar küçülmüştün. Ayağının altına serilmiş, hayali bir ipin üstüne basarmış gibi özenle atıyordun adımlarını.
Derken; bilincim bilinçaltıma sızmış, kulağıma bir rüyanın içinde olduğumuzu fısıldamaya başlamıştı. Olabildiğince aldırmamaya çalışıyordum fakat sen dışındaki her şey tutarsızlıklarla doluydu: bir sonbahar öğleden sonrasına göre havanın gayet sıcak olması, liseli âşıkların vazgeçilmez yürüyüş yeri olan bu yolun bomboş olması, en yakın denize epey uzak olmamıza rağmen gökyüzünde yankılanıp kulaklarıma ulaşan martı sesleri…
Zihnimi telaş bürümüştü. ‘Bitmesin, ne olur bitmesin.’ diyordum kendi kendime. Bilinçaltımın bana yaptığı bu kıyağın bir sonu olacağını anlamıştım. Bu telaş, ters tepmiş olmalı ki sert bir rüzgâr esmeye, yerdeki yaprakları uçuşturmaya başladı. Sen ise havalanan eteğini, muhtelif yerlerin gözükmesin diye ellerinle düzeltmeye çabalıyordun. Şimdi bunun sırası değildi.
Son bir çabayla rüzgârla eteğin arasındaki kavgayı ayırmaya çalışan ellerini aldım avuçlarımın içine, yoğun uğultuya karşı koyarak; ‘’Hiç sesini duymadım, böyle gitme, bir şey söyle!’’ dedim.
Sürmeli kirpiklerini kırpıştırarak baktın bana; saçların esintiye kapılmış geriye doğru savruluyordu. Dudaklarını bana hayat üfleyecekmiş gibi öne doğru uzattın. Ağzın hafifçe açıldı. Belki, birkaç harf birleşip kalan ömrümü anlamlı kılacaktı fakat çok uzaklarda Musa asasını yere vurdu. Sağır edercesine bir gök gürültüsü kulaklarımı doldurdu. Deniz misali yarıldı kelimeler ortadan ikiye ve ben ne dediğini anlayamadım.
Uyandığımda; gözlerimi açmaksızın el yordamıyla, odayı inleten alarmı kapattım. Bir süre aynı rüyaya yeniden girmek için çabaladım. Yatağın içinde bir sağa bir sola döndüm; yüz üstü, sırt üstü yattım. Sonuçta görebildiğim tek şey sonsuz bir siyahlıktı.
Pes edip gözlerimi açtığımda, her şeyin dün gece bıraktığım gibi olduğunu fark ettim: komodinin üzerinde mavi sigara paketi, turuncu küllük, yarısına kadar kahve olan bir bardak, odanın içine sinmiş ter ve alkol kokusu, gün ışığıyla parlaklığını yitiren, geceden açık kalmış mahzun bir lamba…
Doğruldum yatağımda, uykumu açmak için bir sigara yaktım. Derin derin içime çektim dumanı ve yavaşça üfledim. Verdiğim her nefeste seni çıkarıp atmak istedim içimden, fakat bembeyaz dumanda gördüğüm tek şey kapkara altı harfli o kelimeydi: Hasret.
Yazan: M. Emin Aksoy