Özlemek. Ah! İçi ne de dolu bir kelime. Burun sızısıyla dopdolu mesela.
Gözyaşlarım akar, yol olur o yıllara. Kapılarını çalar özlediklerimin. İki lafın belini kırmak isterim, dibi katman katman kireç tutmuş çaydanlığın yarenliğinde. Laf bitmez, çay demlenir de demlenir. Gece dikilmiş pencereye, yıldızlar göz kırpar. Ne çok dileklerimiz var tutulmayı bekleyen. Çaya eşlik eder bitter çikolata. Acır ağzım, yaralarım kaşınacak, kanayacak bilirim. Öylece orada, pencerenin sabah güneşini alan kıyısına serilir bedenim. Gün eteğini toplar getirir sofra gibi sabaha. Çay, siyah zeytin, beyaz peynir, cam kâsenin dibinde birinin memleketinden toprak kokulu reçel ve sofranın baş tacı patates kızartması. Katran karası, şekersiz çay tatlılaştırır her muhabbeti. Laf bitmez, biz demlenir demlenir dururuz. Herkesin anlatacak çok şeyi ve bazen hiç şeyi olmaz. Ama kelimeler hep varlar. Hep bir sözcük dalaşı, harf kıkırdaşması, noktaların kikirdeşmesi… Çay, muhabbeti koyulaştırır, dem gibi.
Özlemek. Ah! Ne acı bir kelime. Zakkum gibi mesela…
Zehrinin cehennemde azığın olacağını bile bile günahı avuçlamak gibi. Terk etmek, terk etmek zorunda olmak, bir daha görememenin esaretinde kalmak gibi… Birkaç telefon konuşması, mesajlaşma, ilk zamanlar… Mesafelerin açılması, hayatlara dâhil olan üçüncü kişilerin sana el olması. Oysa ciğerini bilirdim ben şimdi özlemim olanların. Mesela okul yolunda karşılaşıp, aklını çelip otobüs parasını dondurmayla takas ettiğimiz. Ya da hüzünlü ve bol sınavlı güne yakışan bir ‘Ağır İşçi’ şiirini Ümit Yaşar’ın, kulağına fısıldadığım. Bir başkasına Fuzuli’den sitemimi gönderdiğim “Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge/ Ne açar kapım badı sabadan gayrı” dediğim ve akşamına misafirim olan. Şehri kucaklayan o tepede ip atladığımız hani. Çocukluğumuzu birbirimizin gözüne sokup, mızıkçılıklarımızın yarıştığı… Sanki aynı mahallenin bitirimleriydik de çömelip kana kana içiyorduk çayları, su içer gibi. Hiç yorulmadan derse yol alırdık. Dersler biter, gün yeni ve yalnız, çay ise zakkuma evrilir, ağu gibi.
Özlemek. Ah! Ne sessiz bir kelime! Ölüm gibi mesela…
Hani hiç göremeyecek ve kimse onlar gibi olamayacak gibi. Hayatına giren onca insana rağmen, onların hepsine, bütün dünyaya bedel olması gibi… Sanki sadece hatırlaman için hayatına girmişler gibi… Şükretmen için gönderilmişler ve sonra geri alınmışlar gibi. Ve senin yıllar boyunca dünyanın ne kadar da küçük bir yer olduğunu kendine sayıklayıp durman ve bir gün hiç olamayacak bir yerde karşılaşıp kol kola derse gideceğini sanman gibi. Yüzlerin silinmeye başlayıp birinin kaşını öbürüne, diğerinin saçlarını berikine, dudaklarını çaprazlama karıştırmanın kederi, unutmanın o ağır utancı olarak omuzlarına yüklenir ve itiraf edersin kendine. Her kaldırım, her okul yolu, her otobüs durağı anılarından tutup birini getirir. Tıpkı mezarından çıkarmak gibi, hayatının ortasından yola devam etmek gibi. Sandığını açıp sararmış, naftalin kokulu çeyizini çıkarmış gibi. Bembeyaz çarşafların üzerinde işlenen hayaller gibi. Dudağın bükülür, gözyaşların yastığının kenarına ilişir, motifte bir düğüm, boğazında ikinci bir düğüm. Kaç saniye sonra bedenin serilir yere. Kelimeler dizilir ümüğüne. Çay kaynar, buhar olur, yok olur, gitmiş olur, ölüm gibi.
Özlemek. Ah! Aşk gibi. Aşktan sarhoş gibi mesela!
Kimse senin gibi sevemez ve senin gibi iyi olamaz bir başkasına. Ağladıklarında omzunla, güldüklerinde kahkahanla oradaydın sen. Ve söylenenlere bakmazdın sen. Aşk. Ah aşk, insana duyulan en yüce duyguyken bir kişiye hapsetmemeyi öğrenmiştin sen. Hani yağmurlu bir günde pencerenin kenarında kocanla havadan sudan sohbet ederken, ta o zamanlara gidip saçmalamak istemek… Kimsenin seni sorgulamadığı, yanlış yapmaktan korkmadığın ve kendini açtığın, aştığın zamanlara dalmak… Kalbinin sıkışıp ellerine sarılmak istemesi ve göğsünün seni sıkması, boğazlaması… Dudağının kenarına bir tebessüm, karnına sayamayacağın isimlerin sancısını doldurduğun… Her andığında birinin dile gelip sızlaması… Kronik mide ağrılarının başlaması… O boşluğu sevgilinin, kocanın ve hatta evladının dolduramadığı, derin çukur. Kavuşamayacak kadar uzak, kavuştuğunda tanıyamayacak kadar yabancı. Çay, şarap olur dudaklarda, yıllanmış aşk gibi.
Özlemek. Ah! Kaçmak gibi. Kaybolmak gibi mesela!
Kapıyı çarpıp, ani çıkışlara yönelmeler çok olur o yaşlarda. Dile gelir, akla gelinmeyecek sözler, kalpten geçmemişlerdir oysa. Yarar da geçer bütün yolları. Uzun, dolambaçlı, karanlık yollar uzanır önünde. Yalnızlık ve çaresizlikte kaybolur ruhun. Sokak lambası titrer gözlerinde, elinde iki adet soda. Kapının önüne bırakıp odana geçersin. Rüyalarında kaybolup, onlardan kaçıp yine onlarda bulursun kendini. Yediğin aynı, içtiğin aynı. Öfken sebepsiz, hiddetin yersiz gelir. Kuyruğunu kıstırıp, tıklatırsın kapıyı. Şişeler elinde. Yarın sınav var. Notları okursunuz elmalı soda yakarken genizleri. Sabah aynı kara zeytinleri ekmekle yiyişiniz. Okul yolu, kampüse çıkan otobüsün bir türlü dolamaması. Sınav sonrası göl kenarında hayallerin taş olup halkalar oluşturması. Derine dalıp maviliği kucaklamak. Hava ayaz keser kirpiklerde. Çay, plastik bardakta sunileşir, özünü kaybetmiş gibi…
Özlemek. Ah! Bencillik gibi. Sadece dokunmak gibi mesela!
Yanımda, dibimde olsun. İçime sokabilecek kadar yanımda, yakınımda. Gözümün önünden kaybolmayacak, belirsizleşmeyecek kadar yakınımda. Sesimi duyacak, nefesimi kulağında hissedecek kadar, özlemle evet özlemle kucaklayıp bütün hasreti içime çekecek kadar. Sırtını sıvazlayıp bastırıp nefesini göğsümde hissedecek kadar. Saatlerce, günlerce, aylarca konuşup, konuşacak çok şeyin olduğunu bilmek kadar özlemek. Şimdi burada olsaydı demeye hacet kalmayacak kadar. Sinir olup, onun sinir etmesinde küplere binip, ondan şikâyetçi olup ona şikâyet edecek kadar özlemek. Ağzına almadığın, alamayacağın kelimelerin hiçbir hesap gütmeden ortaya saçılması kadar özlemek… Ağlayacak, haykıracak, bağıracak, çığlıklar atacak kadar çok özlemek. Ve ona hiç sormayacak kadar özlemek. Onu sormayacak kadar özlemek. Bağımlılık gibi, tiryakilik gibi özlemek. Hasta gibi özlemek… Çay, dost olur sehpanın üzerinde, sadık bir köpek gibi. Gidecek bir yeri yok gibi. Özlemek.
Yazan: Özlem Doğan