İçerisinde elektriği bulunmayan, mum ile ışığı sağladığım bir dünya benimki. Binlerce ampulün veremediği aydınlığı veren ufak bir mumum var. Zaman zaman sönse bile ellerimle yaktığımda hem görmemi sağlayan hem de beni ısıtan bir mum o.
Bundan yaklaşık 16-17 yıl evveldi. Evde yine enerji kesilmişti ve türlü aydınlatma ile ihtiyacı karşılıyorduk. Kardeşlerim ellerinden dedemin kıymetlisi garip feneri bırakmaz ve gücün sahibi olurlardı. Bende bakkallarda satılan o evladiyelik beyaz mumdan vardı. O zamanlar böyle koku saçan, efendim şekilden şekle giren, konuşan mum falan yoktu, ya da bizde yoktu. Bir pasta mumu bir de bakkal mumumuz vardı. Önce mumu akıtıp bir tabağa yapıştırır, sonra ne yapacaksam yapardım. Tetrisim vardı o vakitlerde ama “mum ışığında tetris keyfi” isimli bildirimler yapacak bir cihaz henüz yoktu. Bu kez gerçekten bizde de yoktu. Ve böylesi yokluk durumunda fazlalığım vardı, bana ait yanan bir mumum vardı. O zamanlar bu kadar yazmıyor ve okumuyordum tabii. (Ne yazık ki) Yaşım belki dokuz belki on, en garip yaştaydım kendime göre. Garip yaşımın en güzel yanıydı o ışığı üflemek ve yeniden yaratmak…
Gün ayardı mesela mum kararırdı. Mutfak karanlık olurdu bazen mum ile aydınlığa kavuşurdum; kendi aydınlığıma… O’nu yakan da bendim, söndüren de. Bir zaman sonra mum sönmeye ve hatta sönerken erimeye başladı. Teknoloji gelişiyor, televizyonlar ve gittikçe gelişen telefonlar giriyordu evimize, çantamıza, cebimize…
Özler olmuştum mumu ardından dizeler yazacak kadar belki de. Sonrasında kanlı canlı tutamadım elimde, geri gelmemişti çünkü. Gittiğini sandım, ancak mum içimdeydi. Ve öylesi yanmaktaydı ki bir balonu uçurur kuvvette ve bir bebeğin bile duyamayacağı sessizlikte. Mum hiç sönmemiş, mum gittikçe kudretlenmiş ve iyileşmiş.
Ve aslında mum ne gelmiş ne de gitmiş;
Mum bizim içimizde imiş…