“Can kuşunu bana uçur
Aşk elinden bade içir
Hırka ile şaldan geçir
Mestanın olayım senin”
Seyyid Nizamoğlu
Nice gün, nice ay, nice yıl geçmişti buz gibi zemin üzerinde…
Uyandım. Daha doğrusu içtiğim onca biranın getirmiş olduğu susuzluğu gidermek için doğruldum. Gece miydi? Gündüz mü? Bilemiyorum, örtük perdelerden ayırt edemiyorum. Ama güneş uykusundan uyanmış olmalıydı. En azından öyle olmasını arzu ediyordum. Perdeden bulduğu aralıktan sinsice içeri süzülen ışıklar gündüzün haberini veriyordu. Ajans bültenleri misali. Odada biraz oyalanan ışık demetini izliyorum. Duvardan yerdeki halıya sekiyor. Halı kenarlarındaki işlemelerde oyalandıktan sonra odadaki izbeliğe daha fazla sessiz kalamayıp asabiyetini yüklediği gibi kaçıyor. Cinayet mahallinden hızlıca uzaklaşan katil tedirginliği hissediliyordu bu gidişinde. Ev yaşamımı anımsatıyor: Yerlere saçılmış boş içki şişeleri, her bir yana dağılmış sigara külleri, artık kutusuna sığmayıp etrafa kokularıyla yayılmaya başlayan çöpler… Yataktan çıkıyorum, uzun zamandır bakmadığım için aynada kendimi gördüğümde tanımakta epey güçlük çekiyorum. Önce banyoya girip sakallarımdan kurtuluyor, ardından buz gibi suyun altına bırakıyorum kendimi. Gece gördüğüm rüyanın üzerimde bıraktığı etkiyle evden çıkmak istiyorum bugün. Neydi o, rüya değil de dizi film gibiydi. Bütün sahneler çok canlıydı. Gerçek gibi. O’nu görmüştüm çok uzaklardan el sallıyordu ya da ben öyle görmek istiyordum. O’nu bir gün tekrar göreceğimi biliyordum lakin bunun düşte gerçekleşmiş olması hiç iyi değildi. Bir işaretti bu sanki ‘sana bu kadarı yeter, daha fazlasına hakkın yok’ deniliyordu adeta. Ama bunca izbeliğin arasında yaşama direnme sebebim, beni canlı tutan şey, O’nu dünya gözüyle son bir kez görebilmekti. Sahi kaç zaman oldu O’nu görmeyeli, en son baharın en güzel günlerinden birinde görmüştüm müdavimi olduğum meyhanede; rakısını içiyordu yakışıklı erkekler ve güzel kadınlardan mütevellit bir masada. O konuşmaya başladığında kadehler bile susup dinliyordu. Anlatıyordu dur durak bilmeden, bıraksalar yüz yıl hiç susmaz hep konuşurdu. Veda Hutbesi’nde peygamberlerini dinleyen kalabalık gibi dinliyorlardı, O ise hiç acelesi yokmuş gibi yavaş yavaş konuşuyordu.
20 metrekareye sıkıştırılmış 6 masa. Kapının bitişiğindeki masayı seçmiştim nadiren açılan kapıdan gelen soğuk havayı az da olsa teneffüs edebilmek için. Biraz küfür, çokça hüznü meze yapmış yaş üzüm rakımı içiyordum, diğer gecelerden farkı yoktu O’nun sesi kulaklarımda yeniden yankılanana dek. Belki size anlatmam doğru değil neticede bazı şeyler gizliliğini yitirmemeli. Hayatımda bir kadının sıcaklığı ile uyuduğum ilk gecenin sabahında terk edilmiştim. Hem ayrılığın kederi hem aşkın keyfini birlikte tatmıştım. Katmerli acı. Kendi yurdunu arayan göçebe misali sürüklendim oradan oraya. Hangi işe elimi attıysam başarısızlıkla neticelendi. Bu sefer bitireceğim dediğim şiir kitabı bitmedi hiç bir zaman. Senaryosunu yazmayı düşündüğüm filmi yazamadım. Son olarak musahhih olarak çalışmaya başladığım yayınevi artık benimle çalışmak istemediğini ifade etti. Maddi kayıpları manevi kaybedişler takip etmişti. Kaybetmeyi kendine şiar olarak benimsemişlere sorulmazdı kayıpların nedeni. O’nunla karşılaşana dek kabuk bağlayan nice yaralarım olmuştu hepsinin toplamından büyük hasar bırakacağını nereden bilebilirdim. Yine de bende bıraktığı güzellikleri hatırlamak istiyorum. Öyledir en çok sevdiğimize kızar ona kırılırız. Yine de ondan aklımızda kalan ufak gülüşe hapsederiz bütün kırgınlıkları.
Tam bir yıl devinimi olmuştu onu görmeyeli. Ne çok şey değişmişti ilk hoşçakaldan bu güne… Nice güzel günler büyüttüğüm arkadaşlarım birer birer gittiler. İlk olarak ismiyle müsemma Özgür gitti bir düşün peşinden. Sonra İhsan sığıntı gibi barındığı şehirden ayrılıp dağların kıyıya dik uzandığı bir coğrafyanın eteklerine bıraktı kendini… Her veda yeni başlangıçlara açılan yelkendir fakat o kadar çok kaybetmiştim ki artık gemiyi bekleyecek değildim. Kocaman bir kara delikti hayatım ve herkesi yutmadan doymayacaktı.
Uzunca süre evden çıkmamak için aldığım rakıların bittiğini gördüm, hem biraz içmek hem de tanıdık bir yüz görme amacıyla meyhaneye doğru yol alıyordum. Hayır, puslu geçmişte hoş seda bırakmış hiç kimse yok etrafta. Eskiden böyle miydi? Yine yalnızlığınla üleşecektin masaya gelecek hesabı. Taşıdığı tabaklardan üstüne dökülen yağ lekelerinin beyazdan griye taşıdığı gömleği, asabiyeti ellerinden belli olan garson mezeleri dizmişti masaya. Usul usul rakımı yudumluyordum tek tuşu kırık radyodan yayılan ”beklenmeyen misafirdin inan sen benim gönlümce”eşliğinde. Rakıyı dolduruyorum. Ellerim titriyor. Yorgunluktan. Ne kadar zayıf düştüğümü o an fark ediyorum. Uyumak istiyorum, düş görmeden uyumak. Deliksiz diye tabir edilenden. Şarkı susmuş, sigara bulutu kaplamıştı her yeri. Henüz kapalı alanda sigara yasağının olmadığı yıllardı. Bıyıklarım dahi sararmıştı sigaradan. O mucizevi sesini duyduğum masaya oturmuştu. Kulağıma üç defa fısıldanan ismimden sonra beni bu denli etkileyen başka bir ses olmamıştı. Özlem’i anıyorum. Anlıyorum. İçince çok konuşma huyu nüksetmiş olmalı. Hararetli bir şeyler anlatıyordu oldukça yüksek perdeden. Sık sık ama asla birbirine değmeyen kar taneleri misali konuşurdu. Mikroskop ile incelemeye gerek duymazdınız sözlerindeki mucizeye şahit olmak için.
O orada işte. Yanına gitmeli miyim? Ya kovarsa. Varsındı, kovsundu. Ayrı geçirilen bunca zaman vardı, bir çırpıda silkelenen halı gibi zihinden uzaklaştırılamayan sorular vardı. Neden geri dönmüştü. Var oğlu vardı. Senin bunları sormaya, karşılığında alacağın cevaplara ne denli ihtiyacın vardı. Sorgusuz sualsiz cevapsız kalk git işte yanına. Sana bir vedayı bile çok gören, getirdiği mutluluktan fazla kederi hayatının her köşe başına bırakan o olmuştu. Gitme hiç bir yere. Hem rakının ilk dublesinde olurdu böyle şeyler. Ne menem bir şeydi bu, ilk dublesinde karşına kanlı bıçaklı düşmanın çıksa sarılıp öpme çağrışımı uyandırıyordu insan zihninde. Beşinci dubleden sonra hafıza bulanıklaşmaya başlar, devrik cümleler işgal ederdi masayı. Sekizinci duble asla tutulmayacak bir daha bu kadar çok içmeyeceğim yeminleri ile içilmiş olurdu. Öyle menem bir şeydi ki rakı denen illet; sayısız kilit vurulmuş dilleri ansızın açar, konuşulmadık konu söylenmemiş söz bırakmazdı gök kubbe altında. Sen de duyduğun sesi hatırlamaz boş sokaklara midendekileri iade ederek evin yolunu bulmaya çalışırdın. Otur kalkma bu masadan. Ama onun burada olduğunu bilmek bile sarsıyordu seni. Nereden çıkmıştı ki şimdi. Hayat bazen en hazırlıksız olduğun anlarda sana haber vermeden öyle şeyler çıkarıyordu ki karşına daha sonra keşke dememek, pişmanlık duygusuna aman vermemek için öylesi anlarda akıl süzgeci çok ince olmalı insanın. İnce eleyip sık dokumalı, kılı kırk yarmalı hatta. Eğrisi, doğrusuyla düşünmeli yapacağını ya da yapmayacağını.
Neticede bu karşılaşma tesadüf değildi. En azından böyle geçiştirilemezdi. Uzun zaman sonra evden çıkmam, anason takviyesi için bu meyhaneye gelmem, onun ilk karşılaştığımız masaya oturmuş olması tesadüf değildi olsa olsa tevafuk sayılırdı. Ben buraya kendim gelmedim getirildim, O oturduğu masaya kendi oturmadı oturtuldu. Evrende ne olup bitiyorsa bizden evvel biliniyordu biz sadece yazılmış olandan kendi rolümüze düşeni oynuyorduk o kadar.
Garsonun seri halde koluma indirdiği darbeler ile uyanmıştım. Rakının en kötü yanı buydu. İçtikten sonra başını koyduğun yerde sızman dakika sürmezdi. O’nu soruyorum garsona, abi diyor “bahsettiğin biri hiç gelmedi bugün buraya hem sende rakından bir duble dahi içmedin, mezelere çatal sallamadın. Geldiğin gibi uyudun” diyor. Rüya mıydı gördüklerim, diyorum. Ben bilmem abi, diyor “mekanı kapatıyoruz sana zahmet hesabı ödeyip artık kalksan” diyor. Cebimdekileri günün sertliğine yaraşır bir kahveyle takas edip çıkıyorum. Buz kesen havayı hissediyorum, rüzgar çarpıyor suratıma beni az da olsa kendime getiriyor. Şehrin en ağır kokusunu içime çekerek evin yolunu tutuyorum.
Çok güzel yazılarında anlattıklarının gerçek kesitler olması apayrı güzel.rakı içip hayal etmek dahada güzel
sevgili oğlum bu yaptığın çalışmalar mukrmbel olmuş elini koluna sağlık süpersin öpüyorum .