Yusuf yüzlü İsmail’e…
1962 sonbaharında, bir gece vakti, küçük bir köy evinde tertemiz bir heyecan vardı.
En büyükleriydi Muhammed. Babasının gururu köyünün medarı iftiharı, o gün yıllar sonra bile gülümsemeyle anımsanacak bir zafer kazanmıştı… Öğretmen çıkacaktı birkaç yıla, yeter ki azmetsindi.
İlk yıl Öğretmen Okulu sınavlarını verememiş yüzlerini güldürememişti. Oysa bugün herkes onun için gülümsüyordu. Babasının “okuyacaksın sen!” diyen sesi hala kulaklarında çınlanırken, gülümsemeye alışkın olmayan yüzü, mutluluktan ilk defa geriliyordu. Anası babası kardeşleri kendilerini bildi bileli çalışırlardı. Yazın tütün dizerdi Muhammed, kışın hayvan güderdi. Fakirliği bilmezdi, sanırdı ki bir lokma ekmek, bir kaşık çorba herkesin gırtlağında, sanırdı ki tüm çocuklar sabah güneşini Assar’a çıkan dağın yamacında karşılar. Defterleri olmadı, kitaplarla yıllar sonra tanıştı.
Eski adı Kıhra, şimdilerdeyse Çiçekli kasabası… Ege’nin dağ köylerinden. İnsanı sert, havası çetin…
Düşler uyumadan saklanır, kalpler acıyı ve sefaleti içine çeker, bedenler her daim yorgundur bu köyde.
Bir tek Muhammed karanlığa direnirdi zayıf ve bitkin çocukluğuna aldırmadan, umuda çıplak elleriyle dokunurdu. Kör bir Zeynep Ebesi vardı. Anacığı tarladan geldiğinde hem kendi annesine hem de Zeynep ebeye bakardı. Bir hastalık sonrası gözleri görmez olmuştu Zeynep Ebenin. Gözleri görmez lakin Muhammed’in hiç hafızasından silinmeyecek olan muhteşem masalların tek yaratıcısıydı. Muhammed onu dambeşe yürüyüşe çıkartır, güneşe doğru küçük parmaklarını kaldırarak haykırırdı: “Güneşe bak göreceksin.”
Umudu işaret eden bu küçük parmaklar yazacak ve öğretecekti artık.
Okuyacak, babasının hayal ettiği gibi büyük adam olacaktı. Yıllar sonra Ankara’ nın soğuğunda dil tarih fakültesinin uzun koridorlarında, elinde kitaplarıyla yürürken o yılları anımsayıp acı acı gülümseyecekti.
İsmail‘in çocuk sesi çınlayacaktı kulaklarında… En küçükleriydi İsmail. Yaşasaydı 17’sinde yakışıklı bir delikanlı… Köyün en güzeli en iyi huylusuydu İsmail. Yusuf yüzlü derlerdi ona. Beyaz yüzündeki görülmemiş o anlamlı tebessüm göreni hayrete düşürürdü. Oyun oynuyormuş, bir küçük uçurtma yapmış topladığı kağıt parçalarından, dambeşe çıkmış o akşamüstü…
Muhammed’in, aynı günün gecesi okulu ara tatiline çıkmış. Vurmuş köyün yolunu. Heyecanla bitmemiş yol. Derken uykuya dalmış, rüyasında en sevdiği bakmalara doyamadığı henüz 5 yaşında İsmail. Küçük kara gözleri ateş gibi yakmış bakamamış kardeşine. Kan ter içinde uyanmış şükretmiş rüyasına.
Harman yerinden koşar adımlarla ilerlerken bir korku düşmüş içine. Kahvenin oraya geldiğinde kimse ilgilenmemiş onunla. Fırının önünde komşu teyzeler başlarını önlerine eğmişler acıyla onu görünce.
Kapının önünde görememiş İsmail’i, şaşırmış, “oysa hep kapı önünde tekerini sürerdi” diye geçirmiş içinden. Onun küçük lastik pabuçlarını kapı önünde görünce de anlamamış. Ayakkabıları eline alıp içeri sokmuş. Derken babasının bitkin sesiyle irkilmiş: “Bırak kalsın ölü eviyiz biz.” İlk defa isyan edercesine büyük bir öfke duymuş babasına, bu köye gözünün gördüğü kulaklarının işittiği her şeye…
Acının terazisi hep eksik tartarken, bedelini hep peşin alıyormuş.
İsmail’in mezarı başında taş kesilmiş öylece dururken Muhammed, bir anda gözleri alev almış gibi yanmış.
Heyecandan sarsılarak elleriyle ceplerini yoklamış, gelirken İsmail’e hediye aldığı düdüğü çıkartmış. Mezarı başına gömmüş. Günlerdir akmayan tek damla gözyaşı yağmur olmuş inmiş toprağa.
Büyük adamlar bilirler…
Derler ki insanı ölüm değildir öldüren…
Ölüm UNUTULMAKTIR…
Bu satırları not düşmüştü o soğuk Ankara kışında defterine…
Ve bir sigara yakmıştı geceye doğru. Üşürken parmakları nefesini siper etti soğuğa. Oysa bal gibi biliyordu daha da soğuyacaktı hava…
Olsundu, bir sigarası daha vardı!
Yazan: Ayşenur Demir
‘Üzülmek ve üzmek istemiyorsan eğer;
her yaptığını, akıl ve vicdanla yap.’
Can yakıpta kalp kırma
Seninde gül benzin
Solacak bir gün
Her canlının kalbi
Allah’a bağlı
Herkes ettiğini bulacak bir gün…
İlahi adalette, zaman aşımı yoktur…
Ben, mükemmelliği vicdanda ararım.Çünkü bilirimki; vicdanı eksik olan başkalarına zarar verir. Sizce de öyle değil mi Sn. Demir ?
İyi insanların kurallara ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar empatiyle yaşarlar…
“Cehennem boş, bütün şeytanlar burada” diyen Shakespeare, neyi ve kimi kastediyordu acaba?
Sn. Bulut , size katılmamak mümkün değil… Belki yağmura da gerek kalmazdı, insanlar bu kadar kirli olmasaydı…
Bunun farkında olan, ona göre göre davranan kaç kişi var ki ? yaşadığımız evrende …
Çoğu insan yirmi yaşında ölür, ama seksen yaşında gömülür. Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak isterseniz, nabzına değil, Onuruna bakmak gerekir. Duruyorsa yaşıyordur. O yüzden ölüm hayatta büyük bir kayıp değildir aslında… Asıl büyük kayıp, yaşarken bize yaşattıkları ile içimizde ölenlerdir. Yaşadığımız dünyayı kirleten, bu onursuz insanlardır. Ama bunun farkında olan kaç kişi var sizce ?
Bir gün herkes anlar, sevdiğinin kıymetini… Ama gidince, ama bitince, ama ölünce… Kısacası iş işten geçince … Bir de yaşarken, bize yaşattıkları ile bizim için ölen insanlar vardır. Bu en kötüsü olmalı öyle değil mi sizce de ?