Başına bağladığı kırmızı yazmanın gölgesinde, korkak bir kadın gibi tüketmişti düşlerini. Binlerce kar tanesinin arasında gizlenen kan, saçlarının içine akana kadar. Önce, yarım kalmıştı karın altında, sonra bir gemiye binmiş, çok uzaklardan bir misafir taşımıştı bıçak kesikleriyle sızlayan bedenine. “Elka Söe” oluvermişti bir anda, sonra Alkarısı, Lamaştu, Leviathan, Şahmeran, Medusa… Gittiği her yerde başka isimlerle çağrılmıştı. Tek tek bulmuştu toprağın altında çürürken kendisini çağıranları, tek tek içirmişti onlara bilgeliğin ve kendi elleriyle kazandıkları adaletin şerbetini.
Kar, toprağa değdikçe harlanıyordu ama ateşi Lamia’yı yakmıyordu. İnsanların kaçıştıkları kar fırtınasının altında yavaş adımlarla yürümeye başladı. Çatılardan kesilerek gelen karın altında yürüyen kendisi değildi sanki. İncinmiş benliğini söküp atmaya başladı. Önce başındaki kırmızı yazmayı çıkardı, sonra etini sarıp sarmalayan bütün bez parçalarını. Artık sadece o vardı, insan etlerini yakan yağmurun altında parlayan tenine sarınmış yürüyordu Lamia. Ayakları kara değdikçe beyaz bir çarşaf gibi açılıyordu önünde geçmişin aynası. Mezarlar beliriyordu, karla kaplı toprağın yüzünde. Bir zamanlar onun beklediği gibi yaralarından akan kanın dinmesini bekleyenlerin mezarları mıydı bunlar? Çığlık sesleri geliyordu kar tepeciklerinden. İnsan yokluklarından gelen sesleri duyuyordu Lamia. İnilti, mırıltı değildi hiçbiri. Çığlık çığlığa bağırıyorlardı.
“Kurtar bizi!”
Derinlerden bir çocuk sesi duydu, kadife gibi yumuşacık sesiyle kadınlığın acı yüzünü erken öğrenmiş bir çocuk bağırıyordu. Payına düşen toprak ömrü gibi az olan mezar, Lamia’nın ellerini, ellerinde açan kardelenleri boğmuştu. Aradığı mezar, şimdi ona sesleniyordu. Mezara yaklaştı iyice, üstündeki karı süpürüp, toprağı gökyüzünün altına serdi. Parmağının ucunu kesip, bir damla kan akıttı mezara. Saçlarını rüzgara sundu Lamia, kadın kanına susayanların susuzluğunu zehirlemek için sabırsızlanıyordu şimdi. Toprak açıldıkça daha da heyecanlanıyordu, yansısı bedenine değdikçe parlayan karın altında beklemeye başladı.
Biraz önce çığlıklar atan çocuk, mezarın başı ucunda asılı kalan nefesini çekti içine. Sonra gözleri sonuna kadar açıldı. Çıplaklığında gizlenen bir kurşun izi vardı. Sol memesinin üstünde öylece duruyordu. Utandı küçük kız, kuruyup pul pul olmuş ellerini kurşun izine kapattı. Utancına ölüler toplanmış gibi sustu mezar sesleri. Çocuk, saçlarını toplayıp yarasının üstüne attı. Lamia’ya çevirdi yeniden gözlerini, karın üstünde parıldayan bedeni onu cezbetmişti.
“İklim” dedi Lamia, sessizce bekleyen mezarlar gibi kırmıştı sesinin mührünü.
“Toprağın altında dilden dile dolaşan kadın sensin. İşte geldin!”
“Senin için.” dedi Lamia.
Küçük kızın elini tutup yürümeye başladı. Mezarlardan sesler yükselmişti yeniden. Lamia’yı uğurlayan kadınların sesleri çoğaldıkça, kar, titreyerek Lamia’ya yol açıyordu. Yirmi gün ve binlerce ayak izinin ardından Lamia ve İklim derme çatma bir evin yakınlarında durdular.
“İşte!” dedi İklim, “Odun doğrayan babam Ethem, etraftaki odunları toplayansa çaresizce ölümümü kabullenen annem Mürevva.”
Lamia ve İklim uzunca bir zaman onları seyrettiler. Ethem, odunları kırdıktan sonra baltayı kütüğe saplayarak eve girdi, Mürevva ise Ethem’in arkasından etrafa saçılan odunları toplayıp torbaya doldurdu. Soğuktan kızarmış elleri odunları zar zor toplamasına neden oluyordu ama Mürevva, sızlayan ellerine rağmen hepsini sırtlayıp eve girdi.
Lamia, İklim’in titreyen ellerini sıktı, “korkma!” dedi, “birazdan her şey bitecek.” İklim çocukluğunu sırtlayan evin önünde öylece kalakalmıştı, pencereden dışarı süzülen ışık, İklim’e, soğuğu hissettiği zamanları hatırlattı, oysa artık üşümüyordu. Nefes almak, İklim’e uzak bir kelime gibi gelmişti. Bir zamanlar soğuğu ve sıcağı, sevmeyi ve üzülmeyi hissediyordu ama artık sadece zamanı boğmuş birkaç saniyenin içerisinde hapsolmuştu. Sol memesinin üzerindeki delik, yeniden ve yeniden kanıyordu. Lamia’nın elini sıktı, “Hadi! Gidelim.” dedi, küçük bir çocuğun etrafa saçılan hayallerini toplamanın telaşı içerisinde. Birkaç adım attıkları sırada bir el silah sesi, evin duvarlarında yankılanıp dışarı taştı. İklim, pencereye sıçrayan kan damlalarını görmüştü. Çıplak bedeni bir yıldız gibi kaydı kar tanelerinin arasına. Lamia, İklim’i olduğu gibi bırakıp eve girdi. Ethem, Mürevva’nın başında dikilmiş, halı desenine karışan kanın nasıl dağıldığını seyrediyordu. Lamia, Ethem’in bir saniye daha fazla nefes almayı hak etmediğini düşündü. Ethem’in nefessiz kalan bedeni, bir yaprak gibi Mürevva’nın kanının üzerine süzüldü. Lamia, Ethem’in yüzünde ne kadar çok kan lekesi olduğunu düşünüyordu. Mürevva’nın, İklim’in ve adını bilmediği birçok kadının kanı artık onun laneti olmuştu. Lamia, evin içine bir parça ateş atarak Ethem’in son nefeslerine kapattı demir süngülü kapıyı, sonra da kara hükmeden adımlarla İklim’in yanına gitti. Küçük kızın ölü bedeninden başlayan kurşun çürüğü, birkaç hafta içerisinde bütün vücuduna yayılmıştı. Ölü olamayacak kadar genç olan tenini saçlarıyla örterek, kucakladı onu. Geldikleri yoldan gerisin geri yürümeye başladı. Onlar arkalarını dönmüş giderken ev iyiden iyiye alev almıştı. İklim duymuyordu ama Lamia, ateşin içinde çırpınan sesleri, İklim’in çığlıklarını, yalvarışlarını, “baba, lütfen yapma” deyişlerini duyuyordu.
Hava iyiden iyiye aydınlanmaya başlamıştı. Böğürtlen zamanında akan kanı taşıyordu kuşlar, karda beliren ayak izlerine. Suskun ve yere değen bakışlarına bir kırmızı çarptı Lamia’nın. Ellerini sürse kanayacak, görmezden gelse kaybolacaktı kehanetin gölgesinde. Ayaklarının altına aldı kanlı izleri ve etine mühürledi. Kırmızıya değmiş ayaklarına el sürüp çöktü beyazlar altındaki mezar tümseklerinin yanına. İklim’i karın üstüne bırakarak ellerinin arasına aldı yüzünü.
“İşte! Geldi yeniden zafer, kanımızla da olsa. Rahat uyu titrek toprağın kucağında, bir daha çalınmayacak, uğruna sözcükleri kuruttuğun baharın kokusu.”
Lamia, küçük kızı tekrar toprağın kucağına bıraktı. Başka seslere yürümeye başladığında, Lamia’nın, karın haritasında kanayan ayak izleri çoktan silinmişti. Mezarlardaki kadınlar, kanlı sesleriyle hep bir ağızdan uğurladılar Lamia’yı; Tanrı’nın yılan derisinden bir kaftan dikerek lanetlediği kadın, karın arasında süzülerek toprağa aktı.