Kalbi katılaştı; annesi ve ablalarının ölüm haberini aldığında, soğuk demir bir pençe sıktı yüreğini, zapt etti de çekti bayrağını kalbinin tam orta yerine. Acıyı hissetmemek için kafasını duvara vurmaya başladı. Hıdır, Nuri’yi dördüncü kez kafasını duvara vurduktan sonra durdurabildi. Laf söz kâr etmeyince sardı kollarını, sıkıca kucakladığı gibi aldı duvarın önünden götürüp koltuğa bıraktı. Nuri, kısa bir süre sersem sersem nerede olduğunu anlamak istermiş gibi baktı, sonra hatırladı, elleriyle kafasına vurmaya başladı. “Benim yüzümden , benim yüzümden , benim …” Hıdır; Nuri kendini yere atıp kafasını halıya vurmaya başlayana dek izledi ne yapacağını, sonra aldı yerden sırtladı, evin anahtarını, kapıyı açınca anahtarlık kilitte şıngırdadığı için son anda kilitten çekip alarak, bütün ışıklar açık olduğu halde, çaydanlık ocakta ve fokurdarken, ev terlikleriyle ve şapkasız, tıraşsız, kapıyı ardından çekerek çıktı. Sokağın başındaki taksi durağına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. İsmet ; durağa doğru gelen Hıdır Bey’i fark ettiğinde hemen çalıştırdı aracı, sokağın ortasında karşıladı gelenleri, el frenini çekip indi arabadan, arka kapıyı açtı. Hıdır’ın Nuri’yi sırtından indirerek arka koltuğa yerleştirmesine yardım etti.
– Hayır olsun! Hıdır Bey nereye götürelim?
– En yakın hastaneye İsmet.
Nuri boş gözlerle bakıyordu , İsmet dikiz aynasından biraz süzdü yolcuları sonra cesaretini toplayarak,
– N’oldu abi?
dedi.
– Benim annem öldü, ablalarım da, herkes öldü. Benim yüzümden, benim yüzümden, benim…
diye bağırdı Nuri. Aklında çalkalanıp duran sözcüklerin, kendi sesine bürünüp kulaklarına vararak tekrar aklını yoklaması, yakaladığı anlık gerçeklikten uzaklaştırdı oğlanı. Kafasını şoför koltuğuna vurmaya başladı. Hıdır yakalayıp çekti kucağına, sıkıca sardı,
– Şşşş, senin yüzünden kimse ölmedi, ölen kader yüzünden öldü, şşşş tamam,
diyerek kucağında dertop olmuş, büzülüp küçülmüş Nuri’yi hafif hafif salladı. İsmet,
– Vah! kaza filan mı abi, tüp mü patlamış, sobadan mı zehirlenmişler, nasıl?
diyecek oldu,
– Öldürülmüşler…
dedi Hıdır, sert bir tonda. Hıdır’ın sesinden sarkan buz saçakları, İsmet’in merakını zapt etmesine yetecek kadar kalındı.
– Başınız sağolsun abi yapabileceğimiz bir şey varsa söyleyin yeter, Allah taksiratlarını affetsin, nur içinde yatsınlar.
diyerek, terslenmiş olmaya her ne kadar bozulmuş da olsa konuyu kapattı. Hıdır’ın kucağında bebek gibi sallayarak teskin etmeye çalıştığı delikanlı ile ilişkisinin, mahalleli tarafından dillendirildiği şeklinden daha temiz olduğuna kanaat getirdi. Yine de dikiz aynasından arka koltuktaki yolculara gözü takıldıkça “fesuphanallah” demekten alıkoyamadı kendini.
Hastanenin acil kapısına vardıklarında Nuri, “Benim yüzümden, benim yüzümden benim yüzümden ” diyerek sayıklıyor, kafasındaki yarıktan kan sızıyor, morarmış ve şişmeye devam eden alnı müdahale gerektiriyordu. Hıdır, İsmet’e “bekle” dedikten sonra Nuri’yi kucağında taşıdı acil servise, tıklım tıklım dolu olan acil serviste, değil yatacak yatak , oturacak yer bile yoktu. Gerisin geri çıktı Hıdır,
– Burada tanıdığımız kimse de yok ki, el memleketi, sabaha kadar sıra ya gelir ya gelmez, başka yere gidelim İsmet.
dedi. İsmet,
– Hıdır Bey, Göztepe’de özel bir hastane açıldı. Temiz bir yer. Çok hasta taşıdım, istersen oraya bakalım.
diyerek karşılık verdi. Nuri, kafasını Hıdır’ın göğsüne vurmaya başladı. Hıdır,
– Yürü İsmet, bizi bıraktıktan sonra eve dön, kapıcıyı bul, anahtar var onlarda. Odamdan cüzdanımı alsın, evi kolaçan etsin, her şeyi olduğu gibi bıraktım çıktım. Bana kıyafet, ayakkabı da getir.
dedi. İsmet,
– Cüzdan yoksa, ben üzerimdeki parayı bırakayım size, geri gelene kadar parasız beklemeyin, çok bir şey yok ama hiç yoktan fazla.
diyerek cebindekileri avuçlayıp saymadan, bakmadan uzattı. Parayı alırken,
– Hesaplaşırız sonra.
dedi Hıdır. İsmet atıldı,
– Tamam abi! Önemli değil.
“Benim annem öldü, benim annem öldü, benim annem öldü… ” Nuri kafasını Hıdır’ın göğsüne vuruyor, ileri geri sallanarak bazen mırıltı, bazen hırıltı, bazen tekdüze, duygu barındırmayan fakat korkutucu sayılabilecek bir ses ile tekrarlıyordu;
– Benim annem öldü, benim yüzümden…
Kucağında Nuri ile acil servise giren Hıdır, kendilerine gösterilen yatağa kadar taşıdı Nuri’yi. Hemşirenin sorularına cevap verdi. Hastaya yakınlık derecesini öğrenmek isteyen hemşireye “ev arkadaşıyım” dedi. Bunu söylediği için kendisine sinirlendi sonra, “aşığıyım” dedi içinden, kendisine olan kızgınlığını törpüledi. Genç hemşirenin tırnakları ojeli, kulakları küpeli, pembeli morlu kıyafetler içindeki Nuri’yi niteler bakışlarına, “uzatma” bakışıyla karşılık verdi. Hemşire, Hıdır’ın, ‘canımı sıkma!’ tavrının farkına varıp doktoru çağırmak üzere perdeyi çekip uzaklaştı. Beyaz çarşafların içinde dertop olmuş, mide ağrısı çekermiş gibi kıvranan Nuri’ye baktı, içini çekti.
Nuri yapılan sakinleştirici yüzünden sabaha kadar uyudu. Hıdır, baş ucunda koltukta oturup göklere baktı camdan. Keder bulaşıcıdır, canı gönülden sevdiğiniz birini hasta etmişse eğer. Kederden nasibine düşeni yokladı Hıdır, Nuri anasına bacısına yanarken, Hıdır yanan Nuri’ye yanıyordu yürekten. “Dünyada kimsesi kalmadı oğlanın benden gayrı, benimse zaten kimsem olmadı bu oğlana kadar” dedi. Yatakta belli belirsiz nefes alarak uyuyan Nuri’ye baktı. Üşenmedi kalktı, tuttu elini okşadı.
– Sana söyleyemediğim çok şey var, sen anlarsın diye umuyorum çoğunu. Sen olmadan nasıl yaşanır bundan sonra bilmem. Olan biten kader yüzünden, kıyma kendine, yazık etme bize, duydun mu?
Kapı tıklatıldı. Hıdır bıraktı Nuri’nin elini, Nuri gözlerini açtı,
– Başım, başım çok ağrıyor.
diye sızlandı.
– Taşkafa seni! Başı ağrıyormuş. Kafanı oradan oraya vurursan ağrır başın! Beynin yerinde duruyor ya ona şükret!
dedi Hıdır.
– Benim yüzümden öldüler reis, benim yüzümden, benim …
– Kes şunu! Kimse senin yüzünden ölmedi. Kader böyle yazılmış, yapma kendine bunu.
– Nasıl ölmüşler reis? Yapan bulunmuş mu?
– Kafalarına sıkılan tek kurşun, mafya infazı gibi… Sadece bunu yazdı gazeteler.
– Babam?
– Bilmiyorum…
Biliyordu Hıdır, biliyordu Kemal’in pavyon fedaisi olduğunu ve seziyordu kadınların katli ile bir ilgisi olduğunu fakat bunu söylemeyi uygun bulmadı Nuri’ye, sustu.
Üç gün hastanede kaldılar, akıl doktoru haftada bir Nuri’yi görme şartı ile çıkış belgelerini imzaladı.
– Senin annen ne zaman öldü?
– On yedi sene oldu, dayanamadı babam olmadan yaşamaya babamdan üç ay sonra öldü.
– Geçiyor mu acısı reis, azalıyor mu zamanla?
– Acı geçmiyor da daha uzun aralıklarla vuruyor vurduğu yeri, yoksa yaşayamaz insan. Şimdiki gibi sürekli hissetmeyeceksin ama hissettiğin vakit şimdikinden bir farkı olmayacak.
– Annemi en son babamdan kaçtığım gün gördüm ben reis, çok üzgünüm bu yüzden.
– Mecburdun… Kemal seni gördüğü yerde öldürecek, canını kurtardın sen.
– Anam kurtardı canımı. Atlayıp babamın üstüne, silahın namlusuna siper etti kendini ben kaçayım diye, anam olmayaydı Dokuzdolanbaç’ta sahipsiz mezardım şimdi ben, anam, bacılarım ise hayatta olurdu.
– Ama sen ölü olurdun, sen ölü olunca ben…
Sustu, tamamlamadı cümlesini.
– Mezarlarına gitmek istiyorum.
– Gideriz…
– Annem sever gülleri, gül ekelim toprağına, şöyle pembe kocaman açan güllerden.
Olur dercesine başını salladı Hıdır.
– Sen ağladın mı annen ölünce?
– Ağladım…
– Ben ağlamadım.
Hıdır ne diyeceğini bilemeden baktı. Nuri devam etti,
– Hiç kimsem kalmadı dünyada.
– Ben varım…
Belli belirsiz gülümsedi Nuri. Uzaklara baktı.
– Yarın işe gideyim ben… Beş gündür uğramadım.
Hıdır sevindi içten içe, hayat normale dönecekti elbet. Nuri gülecekti yine, bir şeyler anlatacaktı hiç susmayacaktı, Hıdır’ı öpecek, yanaklarını sıkıp “Reis hiç tıraşsız gezmez misin sen?” diyecekti. Alışılmadık renklerde gömlekler getirecekti Hıdır’a; giysin diye. Özel dikim pantolonlar, “evde giy bari!” diye serzenişte bulunacaktı. Her şey yoluna girecekti, en boğucu kederlerin bile isi, sisi, pisi azalır, dağılır biterdi elbet.
– Dünyanın umurunda bile değiliz be reis! Dönüyor, keyfine bakıyor, öleni iç ediyor, yaşayanı ise hiç.
Hıdır koltuğunda tedirgin kıpırdandı, söyleyecek bir şey bulamadı. Nuri’ye verecek cevabının olmadığı konular hızla artıyordu. Anlık huzursuzluklar birikiyordu içinde, anlık huzursuzluklar biriktikçe içini sıkıyordu. Risotto diye lapa bir pilav yüzünden gerilmişlerdi mesela. Hıdır bu ecnebi yemeğini, “Bildiğin lapa pilav… Hürmeliğini ispat için mutfağa girmiş yeni gelinin elinden çıkmış gibi” diyerek yememiş, yeniliğe ve değişime açık olmamakla suçlanmıştı. Vitali’nin meşrebine yeteneği sayesinde nail olan Nuri, birlikte çalıştığı insanların yaşam şekline, kültürüne hızla alışmış, dahası o kültürü içselleştirmiş, ortaokul terk terzi Artin’in çırağı, yeni yetmelikten yeteneği ışıldayan, dünyadan haberdar, sıradan insanların farkına varamadıkları ayrıntılara kafa patlatan bir entelektüele doğru evrilmişti. Anlatsan kimse inanmaz! Kız Nuro’nun Dokuzdolanbaç’ta izbe bir evden çıktığına. Geçmişinden kalan tek şey; Hıdır.
Akıl doktorunun söylemesine gerek yok! Şimdiki haline Hıdır sayesinde geldiğini biliyor Nuri. Biliyor ve minnet duyuyor. Tehlikelidir minnet. Minnet duyuyor olmak zorlar insanı. Kilit vurur çoğu kez yapmak istediklerine. İzin vermez gönül varsın vuslata, ersin canının çektiklerine. Vicdanınla yüzleştirir seni. Bencilliğinin kafasına vurur durur. Bütün bunlar hırçınlaştırır insanı, minnet duyduğu kişiye karşı. Küçük anlaşmazlıkları kırgınlıklara, tartışmaları büyük kavgalara dönüştürebilir minnetin ağırlığı. Tehlikelidir minnet! İnsanların ilişkilerini bozmaya muktedirdir, aslı insanları bir arada tutan güçlü bir tutkal olsa da. Nuri, minnet yüzünden hırçındı. Saygısızlık etmiyordu Hıdır’a karşı, gel gör ki birlikte geçirdikleri zamanlarda sıkılıyordu çabucak. Çok çalışıyor olması azaltıyordu gerilimi, bir arada olmayınca durduğu yeri korumak kolaydı. Nuri minnettar, Hıdır müptela kırkından sonra bulduğu aşka, müptela; bulduğu ile avunacak kadar, müptela; bazen haftalarca görmediği Nuri’nin eve döneceğini biliyor olmakla yetinecek kadar. Müptela çünkü elli yaşını devirmiş ve geç vakitte aşkına düştüğü ile aynı çatı altında. Küçülmüş ortak paydaları, alışkanlığın ağır, sıcak, kalın battaniyesine sarınmış, yetiniyorlar paylarına düşen ile. Nuri minnettar, Hıdır müptela… Bunları söyledi akıl doktoru. Odasından çıktığında darmadağın olmuş halde Nuri, Göztepe’den Moda’ya yürüyecek, evinin önünde durup bir an kararsız kaldıktan sonra içeri girmeyecek, Kalamış parkına yürüyüp bir banka çökerek kimselere aldırmadan hıçkıra hıçkıra ağlayacak kadar darmadağın.
-sürecek-