Yedi yaşında biraz sakar biraz da geç anlayanlardandı. Anaokulunda tanışan ve kan kardeşi olma aşamasını çoktan geçen arkadaş gruplarına deli oluyordu. Okul yolundaki dik yokuşta yine eve yalnız dönerken kendi yansımasını görüyor, sert bir adım atıp kırıyordu buzdaki kafasını. Ama buz kristalleri de kızmış olsa gerek ki onun da kafası kırılıveriyordu oracıkta. İşte o gün kayıp düştüğü o yokuşla savaşması gerektiğini öğrenmişti.
Küfretmeyi, para saymayı öğrenecek kadar büyüdüğünde ise ortaokula yeni başlamıştı. Eğitim-öğretim yılının güz döneminde dik yokuşta buzdan parlayan yansımasını gördüğünde bu sefer kaşlarını çatıp çıkartıyordu silahını. Tüm vücudunu içine alacak kadar büyük olan botları ve çoğu zaman top yapıp oynadığı eldivenlerine bakıyordu. Çok beklemeden ilk adımını atarak çekmişti tetiği ve aynı esnada duvara tutunarak da ateşe verdi silahını. Aynısından bir daha, bir daha, bir d… Bu sefer fena düşüyor, dizlerini paramparça eden buz kristallerine küfredip tükürüyordu. Gözlerini açtığında bir nefes uzağında duran annesi içi acıyarak ona ilaç sürüyordu. Kahverengi olan değil de su gibi olan çok yakıyordu canını. Annesi tütün yarası parmaklarıyla gözyaşlarını silip ‘ikisi de iyi gelecek yaralarına kuzum‘ diyordu. O gün de öğrenmişti ki; su gibi olan kavurup köpürtüyor, kahverengi olansa acıtmıyordu.
Dört yıl sonra bisiklet sürerken ellerini bırakmayı, atan zinciri tamir etmeyi öğrendiğinde de liseye gidiyordu. Hem de her gün köpüklü suyla yıkıyor olduğu mor bisikletiyle. Bisikletin tekeri hızla dönüyor freni sıkınca da birden duruyordu. Karşıdaki dik yokuşta parlayan tek şey bu sefer zemindeki taşlardı. Güneş onunla aynı safta yer alıyordu. Fakat güneş çabuk vazgeçerek gökyüzüne veda etmeden hemen önce bu anlaşmayı bozacaktı. Son dersin iptal olduğu söylentisine kanarak dünden razı haliyle bisikletine atlaması ile bunu anlaması neredeyse bir olmuştu. Yokuş bu sefer ona çakıl taşlarıyla saldırıyordu. Kendisini havada bisikleti ise yerde görmesinin ardından fizik kurallarından birine daha aklı ermeye başlıyor aşağıda bisikletine kavuşuyordu. Yine su gibi olan çok yakıyordu sonra da kahverengi olan. O gün o yokuştan öğrendiği şey de havadayken ayaklarını yerden kesecek kadar acı verenin yere inince eskimiş bir limana dönüşeceğiydi. Önce su gibi olan sonra da kahverengi… Artık karşısındaki yokuşları bunu bilerek adımlıyor, pedallıyordu. Adımlarını sayamayacak kadar yıllar geçtiğinde de ilaç yapmayı öğrenmiş, eczacı olmuştu. Su gibi olanı da kahverengi olanı da yapabilecek beceriye sahip olmuş ama yokuşlara kafa tutmayı bırakmamıştı. Şimdilerde yokuşların söylediğine göre de ‘Kimileri öyle bir acıtırmış ki can suyunu vermez, insanı bir damla suya mahkum edermiş. Okyanuslara, denizlere hasret kalırmış çiçekler. Ama sonra toprak öyle bir kollarmış ki çiçeği; sarılıp köklerine onu en derinlere götürür kana kana içirirmiş suyundan. Susuz bırakan insanların çöllerini kahverengi topraklar yeşertirmiş. Toprak da insanmış can suyunu esirgeyen de. En önemlisi de; dört mevsim yeşil kalan mis kokulu çam ağaçlarıyla, hemencecik soluveren insanları ayırt etmekmiş.’
Yazan: Cansu Öztürk