Makyajı yapılan Serkan, yanından ayırmadığı kalem ve kâğıdını ceketinin cebinden çıkarıp beklemeye başladı. Ne zaman boş kalsa hep aynı şeyi yapar; çizer, çizerdi… Öğle tatilinde herkes sohbet ederken, o bir köşede… Eli kaleminde, ruhu kâğıtta… Uzun, yuvarlak, köşeli, oval, üçgen yüzler… İçleri boş, bomboş yüzler… Hep, bir ağız, bir burun, hiç olmazsa bir göz çizmek isteyen eli, dolduramazdı o boşlukları. Düşündekiler sırayla onu yoklayıp dururlardı. İçlerinden birini kapıp da kâğıda geçirmek istemez miydi? Ne yazık ki buna cesaret edemedi hiç. O boş yüzleri çizmeye en çok gereksinim duyduğu günlerden birini yaşıyordu. Biraz sonra onu çağırdıklarında heyecanının iki misli artacağına emindi.
“Sen kim canlı yayın kim? diye içinden geçirdi pişmanlıkla. “Benim gibi pısırık biri nasıl bu işi becerecek? Bunca yıl sonra karar verip de nasıl gelebildim bu kayıp programına; bilmiyorum ama canıma tak etti artık, çok bunaldım. Eşim bile beni anlamıyor. Belki de haklı kendince. Onun annesi öldü. Ya benimki? Benimki de ölmüş olabilir mi? Nereden bilebilirim? Hiçbir haber alamadım ki yıllardır,” düşünceleriyle hızlandırdı kalemini.
Kaldığı yurtta, arkadaşlarından bazıları annelerinin resimlerini gösterdiğinde bir tuhaf olurdu. Onlardan uzaklaşır, bir köşede gözlerini kapatarak saatlerce öylece dururdu ama usunu ziyaret edenler hep boş yüzlerdi. Boş, bomboş yüzler.
Sayısız günler, binlerce kez denedi bunu. Eline kalemi aldığı her seferde, bir yüz çizdi; ama kaşını, gözünü, ağzını, burnunu yerleştiremedi bir türlü içine. Annesinin silik de olsa bir fotoğrafının olmasını onu görmesi kadar istemişti hep. Eğer anneannesi ve dedesi, evlerinin de yok olduğu o yangında ölmeselerdi şimdi elinde bakabileceği bir fotoğraf olabilecekti ama alevler anılara saygıları olmadığını bir kez daha göstermişlerdi.
Uzun süre sonra öğrenmişti annesinin hapiste olduğunu. Sonra da aftan yararlanarak çıkıp ortadan kaybolduğunu… Utanmıştı herhalde. Ne diyebilirdi ki “Ben, senin babanı öldürdüm, affet yavrum,” mu?
“Evet, hapisten çıktıktan sonra beni bulup söyleyebilirdin bunu anne. Başlık parasıyla zorla evlendirildiğini, babamın sana kötü şeyler yaptırmak istediğini… Ben bunları gazete arşivlerini araştırarak öğrendim. Doğum yerimin hapishane olduğunu, dedemlerin yangında öldüklerini, yurda verildiğimi… Hepsini…”
“Yayına iki dakika” anonsu ile düşündüklerinden sıyrıldı. Biraz sonra stüdyodaydı. Gömleğinin üstünden anlaşılıyor muydu kalbinin ne kadar hızlı attığı? Kendisinin de beklemediği akıcı bir konuşmayla başından geçenleri bir bir anlattı. Heyecanını bastırıp annesini artık mutlaka bulmak istediğini kararlı bir şekilde söylerken, kaç yaşına gelirse gelsin herkesin anne sevgisine muhtaç olduğunu vurguladı. On beş gün sonraki Anneler Günü’nü annesiz geçirmek istemediğini belirtirken, kameralar seyircilerin ıslak yanaklarında tur atıyordu.
Bir hafta kadar gidip geldi canlı yayına. Her gün, kısa da olsa annesini aradığını izleyicilere anımsatacak konuşmalar yaptırdılar ona, ta ki “Serkan Bey, anneniz telefonda, alo der misiniz?” sözünü duyuna dek.
Kalakaldı öylece. Ne ağzını açabildi, ne elini kaldırabildi. Stüdyo yönetmeni, ışık yanan kameraya konuşması için işaret edip dursa da Serkan’ın onu gördüğü yoktu. Sanki bir tek o ve annesi vardı artık orada. Ne seyirciler, ne sunucu, ne yönetmen, hiç kimse… Mavi bir duman sarmıştı onları. Düşler ülkesindeydiler artık. Kavuşma zamanıydı işte. Az kalmıştı.
– Serkan Bey, lütfen konuşun, anneniz sizi bekliyor.
Bu ikazla mavi dumanlar dağıldı birden. İyi ki gelmişti bu programa. Öyleyse konuşmalıydı. Heyecandan kurumuş dudaklarını yaladı. Özlem yüklü sözcük, ağzından çıkmaya hazırdı artık.
– An-ne.
İlk kez… Ne güzeldi… Binlerce kez söylemek istese de heyecandan diliyle damağı arasında gidip gelen iki hecenin birleşiminin tadına varamadı. “Oğlum,” diye titrek ve bezgin bir ses geldi uzaklardan. Ağladığı hemen anlaşılıyordu kadının. Zaten birkaç saniye sonra sesli olarak ağlarken konuşmaya çalıştı.
– Affet beni oğlum, sana bu acıları yaşattığım için. Gelemedim, senin karşına çıkamadım. Namus uğruna hapse girdim; ama çıkınca namusumu koruyamadım. Rahat bırakmadılar. Karşı koyamadım onlara. Yüzüne bakacak hâlim yok.
Hiç susmadan konuşmasını sürdürüyordu. Yer yer hıçkırıkların zulmüne uğrayan yerler varsa da sözlerinde; neler dediğini herkes anlayabiliyordu.
– Seni bu kadar gördüm, sesini duydum ya ölsem de gam yemem artık ama oraya gelip seninle görüşemem. Yaptığım iş peşimi bırakmaz, çok utanıyorum. Sen de, ben de bu utancı kaldıramayız. Bağrıma taş basıp oturacağım her zamanki gibi…
Herkesin tüyleri diken diken oldu. Sinek uçsa duyulacak bir sessizlik hâkim oldu stüdyoya. Nefesler tutuldu. Sorgulu bakışlar yöneltti yan yana oturanlar birbirlerine. Telefondaki sesle Serkan’ın boğazına oturan koca bir yumruk, ağzından “Anne” sözünden başka bir laf çıkmasına izin vermedi. Son beş dakikadır, dut yemiş bülbül misali oturan bir adamdı o. Bir yandan annesinin söylediklerini anlamaya çalışırken bir yandan da akan gözyaşlarını silmeye yetişemiyordu. Otuz beş senedir biriken gözyaşlarının tümü bugünü beklemişti sanki. Dizginlemeyi beceremiyordu onları. Birbirlerini iterek göz pınarlarından aceleyle dökülüyorlardı. Serkan’ın zaten çökük olan omuzları her saniye biraz daha çöküyordu.
İzleyicilerin arasından ilk şaşkınlığı üzerlerinden atanlar yorum yapmaya başladılar. Sarışın bir kadın, “Siz nasıl bir annesiniz hanımefendi, bunca yıl sonra bunları nasıl söyleyebiliyorsunuz?” diye hışımla ayağa kalktı. Ardından orta yaşlı bir erkek, “Görmüyor musunuz oğlunuzun hâlini? Sizde vicdan denen şey yok mu?” sözleriyle yerine otururken onun elinden mikrofonu kapan başka bir kadının tiz bir sesle “Gel de köpekler de doğuruyor deme şimdi. Sen nasıl bir annesin ayol?” diye çemkirmesine program sunucusu, “Sözlerinize dikkat edin. Kimseye hakaret ettirmem ben burada,” diyerek tepki gösterdi. Telefondaki kadın ağlamadan konuştu bu kez.
– İstedikleri kadar hakaret etsinler. Kimse benim yaşadığımı yaşamadı. Namusum kirlenmesin diye kocamı öldürdüm ama hapisten çıkınca onu koruyamadım. Oğlumun yüzüne bakacak hâlim yok! O yüzden gelmeyeceğim. Ekrandan da olsa onu gördüm ya, ölsem de gam yemem artık. Başına gelen bilir, ne deseler boş, gelemem.
Gelemem… Gelemem… Genç adamın kulaklarında eko yapmaya başladı bu ses. “Yanıt vermeyecek misiniz annenize Serkan Bey?” diyen sunucunun sesiyle kendisine geldi. Gözyaşlarının tekrar sildi. Eli istemsiz olarak cebine gitti. En yakın dostlarını okşadı. Kalemle kâğıt, hep onunla olacaklardı. Üzerine boş yüzler çizilmiş kâğıdı göstererek annesine seslendi.
– Bak anne bunlardan binlerce var. Gelmiyorsun bari o zaman bir fotoğrafını yolla. Yıllardır çizdiğim yüzlerin içini doldurmak benim hakkım değil mi?
Sunucu üzüntüyle elindekini Serkan’a uzattı.
– Anneniz bize gelemeyeceğini söylemişti Serkan Bey. Biz de ondan bir fotoğrafını istemiştik sizin için.
Serkan merakla elini uzatırken ön sırada oturan bir erkek seyirci aniden yerinden kalkarak sunucunun elindeki fotoğrafı kapıp yırtmaya başladı.
– Öyle ananın fotoğrafını ne yapacaksın? Lanet olsun ona!
Seyirciler gibi bir anda donakalan Serkan daha sonra kendini toparlayıp yerdeki parçaları birleştirmeye çalışırken stüdyo şefi programın bitme işaretini verdi.