Elini masaya vurup boğazının acımasına sebep olacak düzeyde bağırdı; “Özgürlük istiyorum!”
Birden sessizlik oldu. Birbirlerine bakarak saniyelerce durdular öylece. Arka fonda saygı duruşlarındaki siren sesi çalmaya başladı birden. Gözlerinin önüne kırmızı bir film şeridi çekiliyordu sese odaklandıkça. Bakmaya devam ettiler birbirlerine uzun süre. İkisinin heykel gibi duruşlarının cansızlığını Cemre’nin gözünden akan bir damla gözyaşı bozdu. Duruma isyan edermişçesine süzülürken taşıdığı duyguların ağırlığı konuşturtmuyordu ikisini de. Selim elini yüzüne götürerek büyüyü bozdu. Cemre tüm ağırlığıyla odaya gidip kapıyı kilitledi. Selim kapıyı açmaya çalışarak içeri seslendi:
“Cemre aç konuşalım.”
Hıçkırık seslerinin gelmesini bekliyordu kapının ardından. Bir an bunu düşündüğünde gerildiğini hissetti. Cemre’yi sevdiği ilk günden beri sevemedi onun gözyaşlarını. Akan her bir gözyaşı ona cehennemi hissettiren azaptı. Ancak beklediği hıçkırık seslerinin gelmediğini fark etti. Kapıya vurdu. “Cemre aç konuşalım.” dedi tekrar. Bir süre ses gelmedi. Selim ayrılmadı kapının önünden, kapının başında içeriyi dinlemeye çalıştı.
Ve kapı yavaşça açıldı. Olduğu yerde durdu Cemre. Kafası biraz öne eğik, yanaklarında gözyaşlarının sebep olduğu parlak yolları biraz kapatmaya biraz da göstermeye çalışır gibi duruyordu. Yavaşça oturdu kapının eşiğine tek bir kelime bile etmeden. Yavaşça bağdaş kurdu eşiğin yanına, karşılık beklemeden. Odanın dışına çıkarsa o kaçtığı sahne tekrarlanacakmış korkusunu taşıyordu belki de. Selim onu öyle görünce eşiğin diğer tarafına onun gibi oturdu yavaşça. Sessizlerdi. Bir eşik ne kadar şey ima edebilirse şu an aralarındaki eşik o kadar şey ima ediyordu. Belki bir engel, belki bir şahit, belki bir sınır, belki de yükselmelerine sebep olan bir tümsek olarak duruyordu aralarında. İkisi bir araya geldiklerinde eşiğin üstünde biraz daha büyümüş olacaklardı belki hayatta. Ne ifade ettiğine aldırmadan oturdular ikisi de. Cemre konuşmaya başladı, Selim dinlemeye. Selim düşünmeye başladı, Cemre rahatlamaya. Cemre rahatlamaya başladı, Selim mutlu olmaya.
Kaybolan ruhu, yanmış sokakların is kokusu eşliğinde ıslak kaldırımda oturuyor. Sessizce, nefesini kendine ayırmışlığın bencilliğinde, etrafında duran ancak içinde dönen dünyanın meselelerini bir karıncanın omzuna yüklemiş olacak ki kendisi sadece kendi sorunlarını düşünüyor. Ufak bir sızlama sebebiyle dünyanın karşısına geçip “Bu mu adaletiniz!” diye bağırırken sessizce yok olan duygularının varlığı ufak inlemelerle mors alfabesinden birer mektup bırakıyor. Anlamıyor Selim yaşadıklarını, geçen günlerini ve bu sokağa neden girdiğini. Halbuki bu sokağın başında istediği şeyi hatırlasa da davranışlarının değiştiğini fark edemiyor.
Gülümsemenin verdiği huzur ile yaşamını sürdürmek isteyen ve daha çok gülebilmek için bir takım riskler alan ancak risklerinin kuklası haline dönüşen Selim, şimdi eşiğin kenarında kendi terazisine hesap veriyor. Fark ediyor ki dünya sıkıştırılmış ve işlenmiş bir metal parçası ya da toplumun değer yargılarının resmiyle bezenmiş ve günlerine fiyat biçen sayılardan ibaret değil. Her ne varsa, durup hissettiğinde sahip olduklarından ibaret.
Dökemediği iki damla yaştan biri düşüyor eşiğin üstüne, ardından diğeri. Olayla bağımsız ve görevi olmamasına rağmen bir damla daha feragat ediyor kendinden. Ona ne olduğunu düşünürken iki damla daha. Sonra üç, sonra dört… Ağladığını fark ediyor. Neden ağladığını tam kavrayamamışken ağlamanın rahatlattığını fark ediyor. Bir bakıyor ki unuttuğu duygularını fark etmeye başlıyor.
İkisi de susmuş ve konuşmamanın anlattığı şeyleri dinliyorlar. Koyu bir sessizliğin anlatacak çok şeyi olduğunu kim bilebilir ki? Cemre izin alıyor sessizlikten “Sen, sen böyle değildin Selim. Tanıyamıyorum seni. Sen sevgi dolu biriydin ne ara öfkeli bir adama dönüştün? Eskiden bu eve vakit ayırırdın, bana vakit ayırırdın. Ne ara zamanı dar, işi çok ve yalnız bir adam olmayı tercih ettin? Ben böyle bir adama aşık değilim, sen böyle bir adam değilsin.” Cümlelerine devam edecekmiş gibi duruyordu ancak durdu, vazgeçti. Sessizliğe bıraktı cümlelerini.
Rüzgarların peşinde koşan çocukluğundan, çocukluğunun peşinde koşan anılarına gelene kadar hep aynı adamdı aslında. Size bu konuda büyük mesajlar vermek isterim ama egonuzun perdelerini kapatıp söylediklerimi benimsemek istemeyeceksinizdir muhtemelen. Hem beni tanımıyorsunuz bile, hayatınızda neden benden bir cümle taşımak isteyesiniz ki? Ancak hepiniz bir parça Selim olmuşsunuzdur ya da bir parça Cemre. Yani o resmin bir ögesi. Eşiğin iki tarafında duran kefelerden biri. Bu sizi benimle yakınlaştıran tek şey. Selim sizi tanıyan tek insan. Dediğim gibi Selim hep aynı adamdı. Ancak daha çok istemenin peşine düştüğü gün, yorganını kaldırıp güne bir adım attığında bir diğer adımını atmak istediği gün başladı her şey. İşin gerçeği bu bir yanılsamanın peşine düşmektir.
Cemre’nin üzülmesine sebep olan Selim, elini eşiğin kenarından yavaşça karşıya geçirerek onun yanaklarındaki isyan tanelerini sildi. İfadesiz bir şekilde ona bakan yüzde şefkat dolu sadece gözler vardı, gerisi donukluğun tam anlamıyla karşılığıydı. Cemre’nin dudakları yavaşça kımıldadı:
“Bu gece yalnız kalalım.”
“Peki” dedi titreyen sesiyle Selim. Ayağa kalktı ancak ruhunun ağırlığını kaldıramıyordu vücudu, zorlandı. Arkasını döndüğünde gözyaşları tekrar gözlerinin kenarlarından yanaklarına doğru bırakmaya başlamışlardı kendilerini, ancak tutmak istedi onları. Bu gece yeterince gözyaşı dökülmüştü ve tek sebep olarak kendisini görüyordu. Ağladıkça ruh hali değişiyor, kafasındaki dünya değişiyor, renkler birbirine karışıyor, ne yapacağını bilmeyen bir çocuk gibi düşünceler durdukları yerde bulanıklaşıyordu.
Selim yavaşça salona geri döndü, koltuğa oturdu. Düşük sesli televizyonun açık kaldığı kanalda Cesur Yürek vardı. Sonuna gelmiş filme baktı Selim. William Wallace yakalanmış, idam ediliyordu. Kafası kesilirken ağzından tek bir cümle çıkıyordu: Özgürlük.